İstanbul'dan Bodrum'a


Beş günlük İstanbul faslı bitti ve dün akşam 18:50 uçuşu ile Bodrum’a döndük. İstanbul’a yaptığım kısa seyahatler iş amaçlı oluyor. Ama gitmişken özlediğim arkadaşlarla, aile ve akraba fertleriyle de akşamları biraraya gelip bir yerlerde yiyip içmek işin diğer tarafı. Aralık ayından beri İstanbul’a gitmediğimden, bu sefer görmeyi çok istediğim kişi sayısı artmıştı. Onun için de 4 gece/5 günlük bir program oldu. Fuar için Bodrum’dan gelen arkadaşlarla da buluşmak istediğimden İstanbul günleri/geceleri çok yoğun, hızlı ve bir o kadar da yorucu geçti. Buradaki hayatım o kadar sakin ki, İstanbul gerçekten yoruyor. İçindeyken farketmediğim bir çok unsurun yıllar içinde beni nasıl yorduğunu, o ortamdan uzaklaşınca anlıyorum. Ofisim İstiklal Caddesi’nde olduğundan ofise yakın otellerde kalmayı tercih ediyorum. Bu sefer de genellikle yaptığım gibi Pera Tullip’te konakladım. 5 günde hiç değilse 15 kez, farklı saatlerde Asmalımescit’ten geçtim. O kalabalık mı artmış ben mi yalnızlığa alıştım bilmiyorum ama Asmalı dayanılmaz bir hal almış. İlk gün ve akşam canlılığı iyi gelmişti ama sonra kalabalığı “canlılık” gibi sevimli biçimde değil “gürüh” gibi pek de sevimli olmayan biçimde nitelendirmem rahatsız olduğumun kanıtı.

Ofis penceremden İstiklal'in görünüşü
Bülent Hoca ve Yurdaer Hoca
Cavit ve Yurdaer Hoca


Haluk...
İlk akşam Corvus’taki yemeği yazmıştım. İkinci akşam Asmalı Cavit’teydik. Bence Asmalımescit’in en iyi mezelerinin olduğu meyhane Cavit. Biraz önce cumhurbaşkanına güven mektubunu sunmuş ta rahatlamak için kravatını çıkarıp iki kadeh rakı içiyormuş gibi bir duruşu, ciddiyeti ve ifadesi olan Cavit işini iyi bilen biri. İstanbul’a gelişlerimde uğramaya çabaladığım yerlerden biri de Cavit. O akşam üniversite dönemindeki iki hocam ve o dönemden beri arkadaşım Haluk ile birlikteydik. Her zaman olduğu gibi meyhaneyi ben ve Yurdaer Hoca kapattık. 

Bu seyahatimin iki öğlen yemeğini hem müşterim hem dostlarım olan kişilere ayırmıştım. Yemekleri Richmond Otelin tepesindeki Leb-i Derya’da yedik. Şaheser manzarasıyla İstanbul’da olduğumu hissettiren, mükemmel yemek sunumlarıyla da farklı olan Leb-i Derya her gelişimde bir öğlenimi ayırdığım bir mekan.


Leb-i Derya'nın manzarası
Leb-i Derya'nın manzarası
Tabii İstanbul gelişlerimin olmazsa olmazı kesinlikle Sabahattin. Heryer bir yana Sabahattin bir yana. Ta okul yıllarından beri birlikte olduğumuz bizim dörtlünün yanısıra yıllar içinde dostluk kurduğumuz ekiple, eksiksiz olarak bir araya gelemiyorduk. İş hayatı, seyahatler, taşınmalar, kopmalar, yılların getirdiği bazı yorgunluklar yüzünden 10 yıldır tam kadro toplanamamıştık. Haluk’un kızı Ayşe bu organizasyonu üstlenmiş. Benim de İstanbul’da olacağım bir geceyi bu işe ayarlamış. Bir araya gelebildik. Benim üçüncü yorucu gecemin olmasının yanısıra Bodrum’dan gelirken yanımda getirdiğim nezle, gecenin tadına tam olarak varmamı etkilese de herkesi bir arada görmek çok iyi geldi. Yıllar geçtikçe böyle şeylere, arkadaşlarla bir araya gelmeye verdiğim değer artıyor.

Ayşegul, Amirim (Selçuk) ve Uğurcan
Ayşe, Haluk ve Melis Tuncay'lar
Dildade ve Yıldırım
Serdar ve Rezzan
O akşam Sabahattin’den sonra otele dönüş yolunda Asmalımescit’ten geçerken bizim Bodrum belediye başkanı Mehmet Kocadon’u, İrfan Kuriş ve Bodrum’dan tanıdığım kişilerle Refik’te bir masada bir arada görmek garip geldi. Benim eski mekanımda, yıllardır yaşadığım şehrimde, yine yıllardır tanıdığım irfan Ağabey ve yanında yeni kasabamın başkanı. Peki ben ev sahibi miyim misafir mi? Gurbette hemşehrisini gören biri gibi oldum. Bodrum’dan gelen arkadaşlar da buluştuğumuz bir gece beni görünce aynı şeyi söylediler, beni görünce hemşehrisini görmüş gibi olmuşlar. Ben de eski İstanbullu sıfatımla onları Asmalı’da gezdirmeye çabalıyordum. Yani durum karışık. Ben şimdilik kendimi, eski şehrine turist kontenjanından gelip giden biri olarak görüyorum.

Cuma akşamı Karaköy Lokantası’nda aile yemeğindeydik. Bu lokantaya da Bodrum’a taşınmamın hemen öncesinde gelip gitmeye başlamıştık. Bizim ekiple konuştuğumuzda görüyorum ki 15 günde bir gidiyorlar. Bülent Hoca zaten oranın müdavimi, geldiğimde genellikle orada buluşuyoruz. Bugüne kadar ne yediysem memnun kaldım. Bu gidişimde de garsonun saydığı balıkların hepsini Ege’de yediğimden Marmara istavritini tercih ettim. Bu arada İstanbul’da dil balğı yiyen arkadaşlarıma bir uyarı; o yedikleriniz sadece dile benziyor. Şaka bir yana Bodrum’da yediklerimiz onların bir misli büyüklükte ve lezzete.

Annem

Kızkardeşim Sena ve ben




Paris'te yaşayan amıcam Ahmet ve eşi Olga. Bu sefer İstanbul'da buluşmayı becerebildik.
Yeğenim Ali
Yemeklerden sonra gece hayatına da bakmak için Asmalımescit’te zaman geçirdim. Babylon’a önceden alınmış bilet sayesinde içeriye girmek mümkün oldu. Onun dışında Asmalı’nın trendi artık tamamen elde içki, sokakta ayakta durmak olmuş. Dolayısıyla müzik falan dinlemek mümkün değil. Otto, Off Pera, Bird içeri girilmeden –girilemeden- kapısında durmanın bir etkinlik türü olduğunu tahmin ettiğim mekanlar. İşin tadı iyice kaçmış yani. Anlamsız bir hal almış. Küba’da çalanlar da Türkçe’lerini bayağı ilerletmiş. Yakında Üsküdar’a Giderken de çalabilirler, hiç şaşırmam. Gözüme çarpan bir diğer şey; yaş ortalamasının düşmesi. Bu da kaçınılmaz olarak bira içilen mekanların artmasına neden olmuş. Asmalı’nın tartışmasız en kaliteli mekanı Flamm’ın kapanıp yerine biracı açılması bunun sonucu. Asmalı’nın geleceğini iy görmüyorum, zaten daha kaliteli mekanlar Meşrutiyet Caddesi’ne doğru kayıyor. Asmalı’nın sonu Nevizade olabilir.

Cumartesi artık yorgunluktan bitmiş halde havalimanına vardım. Bizim Ahmet –buradaki Zazu’nun sahipleri olan Kurşuncu kardeşlerin küçüğü- mesleki tecrübeyle olsa gerek, THY’de içki bulamayacağını öngörüp cep viskisini hazırlamış. Yoldaki viskiler, Bodrum’daki lodos yüzünden inişte epey sallayan uçağın bünyeye yapacağı etkiyi minimize etti. 5 günlük yorucu bir gezinin üstüne artık eve gidip yatmak daha mantıklıyken uçağın kapısının açılmasıyla yüzümüze çarpan Bodrum havasının yarattığı aura bizi direkt Zazu’ya atıp, oradan Marina Club’e götürdü. Burası her haliyle başka.

Bu pazar sabahı kahvaltıyı sırta vuran güneşin rehavetiyle, buranın zeytininin, domatesinin, keçi peynirinin tadıyla ve beni özleyen kedim Neriman’ın hafif sitem kokan hırıltıları eşliğinde yapmanın zevki bambaşka. Buranın havası damarlarımda akan kanı mı temizledi başka birşey mi yaptı bilmiyorum ama Bodrum’a indiğim andan itibaren nezlem geçti. Öğlen Yalıkavak’a gidip, çıt çıkmayan bir ortamda uzun yürüyüş yapıp İstanbul’da yaşadığım beş günü düşündüm. İstiklal caddesinde bir günde gördüğüm insanı burada bir yılda gördüğümü hatırlayınca, buradaki sakinliğin, temiz havanın, herşeyin taze olduğu bu coğrafyanın benim için artık seçilmiş bir hayat olduğuna bir daha inandım.

Yalıkavak’ta bu öğlen kaydettiğim görüntüleri izlerseniz ne demek istediğimi ve buranın bana neler hissettirdiğini çok daha iyi anlatmış olurum.


Yorumlar

  1. Amcam da (Zazu Ahmet'in arkadaşıdır aynı zamanda) Turunç da yaşar. O da her İstanbul'a geldiğinde nezle/grip olur; geri döner iyileşir. :)
    E.

    YanıtlaSil
  2. Bu tarife uyan bir kişi biliyorum, o da Alp...

    YanıtlaSil
  3. Ta kendisi. Ilerki yazilarinizda buldum kendisini.
    O zaman ilk Bodrum'a gelisimizde Zazu'da tanismak dilegiyle. :)
    E.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?