Geçtiğimiz hafta iş için
üç günlüğüne yine istanbul’a gittim. Son bir ayda üçüncü gidişim oldu ki bu da
bünyeye fazla gelmeye başladı. Aslında haksızlık etmiyeyim çünkü ta işin
başında Bodrum’da yaşamayı kurgularken, her ayın bir haftasını İstanbul’da
geçirmeyi göze almıştım. Hatta işin yoğun olduğu aylarda on-onbeş gün bile
kalmam gerekebilir diye düşünüp ofise yakın Tünel, Asmalımescit civarındaki
rezidansların fiyatlarını incelemiştim. Uzun süreli kalışlarda rezidans denilen
sistem otele oranla daha hesaplı oluyor. Neyse konu o değil; sonuçta iş
sistemini iyi kurmuş olmalıyım ve de İstanbul’daki asistanım iyi asiste etmiş
olmalı ki her ay ortalama üç gün kalarak bugüne kadar geldim. Bundan sonra da
böyle gitmesi için ne gerekiyorsa yapmam lazım. Çünkü artık İstanbul’u hiç
çekemiyorum. Ama ayda bir İstanbul iyi geliyor. Arkadaşlarımı, akrabalarımı
özlemiş oluyorum. Bir iki gece onlarla birlikte yemek yemek, birkaç sergi,
belki bir gece Babylon’da bir konser filan iyi oluyor. Üçüncü gün sonunda başım
ağrımaya, uyku düzenim bozulmaya başladığında Bodrum’a dönme zamanımın
geldiğini anlıyorum. Genellikle akşam 18:00 uçağıyla dönüyorum. Koltuğa oturur
oturmaz İstanbul’un bünyede yarattığı ağırlığın etkisiyle gözlerim kapanıyor.
Camdan dışarı seyrederken Bodrum’u düşünüyorum. Ve Bodrum’a indikten sonra
uçağın kapısı açılır açılmaz yüzüme vuran Bodrum kokusuyla ayılıyorum.
İstanbul’da olsam erkenden otele gidip uyusam diye düşüneceğim yorgunluk bir
anda bitiyor... ve doğru önce Zazu’ya gidiyorum, oradan da sonra da bir
meyhaneye gidiliyor. Çok uzun zamandır Bodrum’da değilmişim gibi özlemiş
oluyorum. İnsanın bir yeri özlemesi ve o özlediği yerde yaşaması müthiş moral
veriyor. Orta yaş dönemimde böyle bir duyguyu yaşadığım için çok şanslıyım.
|
Nişantaşı House Cafe'de kahvaltı |
|
Eski Kızılay binası otel olmuş, altı da Prada. İlk kez gördüğüme göre, buradan Nişantaşı'na kaç yıldır gitmediğimi bulabilirim |
|
Haliç Apartmanı'ndan Haliç manzarası |
|
Ya-Re'de otururken, ertesi akşam gideceğim Asmalı Cavit |
|
Helvetia'da öğle yemeği yerken, komşu masada Rana Cabbar |
|
Helvetia'da öğle yemeği |
İstanbul’daki ofisim
İstiklal Caddesi üzerinde. Bilenler bilir, Postacılar Sokak vardır. O sokağın
bir köşesinde bizim ofisin olduğu bina, diğer köşesinde de Vehbi Koç Vakfı’nın
güncel sanat etkinliklerine yer veren mekanı Arter bulunuyor. İşte bu gidişimde
Patricia Piccinini’nin “Beni Bağrına Bas” isimli sergisi vardı. Çok etkileyici
ve irkiltici bir sergiydi. Hepimizin aile, güzellik, şefkat ayarıyla oynayan
işler vardı. Doğadışı yaratıklarla, ideal güzel çocukların ilişkisi. Hiperrealist
balmumu heykeller, yaratıklar, organları dışarıda ucubeler. Özetle çok etkili
yerleştirmelerin olduğu bir sergiydi. Uzun süre etkisinde kaldığımı
söyleyebilirim. Bilirsiniz, sergiler için yazılan yazılar genellikle anlaşılmazdır.
Bunun altında “ey küçük insanlar, size öyle bir yazı yazayım ki bir halt
anlamayarak sanatın altında kalın, ezilin” türü üstünlük taslama yatar. Şimdi burada
yer vereceğim alıntı bu sergiyle ilgili bir yazıdan; bir ölçüde bu yazı da
dediğim türden sayılabilir. “Tüketim dünyasının insanın aklını başından alan ışıltılı
kusursuzluğunun işleyiş mantığını akılda tutarak, bu dünyanın her şeyi
cilalayabilen stratejisini ödünç alıyor ve pek de alışık olmadığımız bir
"nihai ürün"le sonuçlanan benzer bir aura yaratıyor."
Evet, bazen İstanbul iyi
geliyor. Bu serginin iyi gelmesi gibi. Ama geçen Çarşamba günü, boğucu ve gri
bir İstanbul’da yaptığım Tünel-Ambarlı-Tünel-Sabiha Gökçen rotasının hiç te iyi
geldiğini düşünmüyorum. Rotanın sonunun Bodrum’a dönüş uçağının olduğu nokta
olması, rotanın tek iyi yanıydı.
|
Müstesna bir Ambarlı E5 manzarası |
Yorumlar
Yorum Gönder