Bodrum’a yerleşen bir İstanbul’lu gözüyle; Moskova
İnsan
Moskova’ya niye gider? Rus edebiyatına, müziğine, resmine hayrandır, yerinde
görmek, müzeleri gezmek, Bolşoy’da bale izlemek isteyebilir. Bu ben değilim.
Tamam Tchaikovsky’yi severim ama bir eserinin dinlemek için de ta Moskova’ya
gitmem. İnsan eski Sovyetleri yadedip iç geçirmek isteyen, eski tüfeklerden
olabilir. O zaman da yoldaşlar zamanında ne yapmışlar diye görmek isteyebilir.
Bu da ben değilim. Geriye iş için gitmek seçeneği kalıyor. İşte bu benim. Tabii
ki Ağustos ayında Bodrum’u, denizi, güneşi bırakıp Moskova’ya gitmemin başka
nedeni olamazdı.
Bu blogda
işlerimden, iş hayatımdan hiç söz etmiyorum. Çünkü bu blog Bodrum ile ilgili
notlar, bilgiler için. İlk yazımda yazdığım gibi, ola ki birilerinin aklını
çelerim de İstanbul’u, Ankara’yı, New-York’u bırakır da buralara gelirler. Ama
bu yazıyı iş için gittiğim bir yerle ilgili yazdığım için çok kısa söz etmem
lazım. Moskova’ya iş görüşmesine gittiğim firma bir turizm firması. Moskova’dan
dünyanın dört bir yanına –bu arada önemli ölçüde Türkiye’ye ve ağırlıklı olarak
Antalya’ya- Rus turist taşıyan bir kurum. Sahipleri Türk. Üst yönetim Türk.
Moskova ofislerinde yüzlerce çalışanı var. Yani büyük bir kurum. Bu markanın
bağlı olduğu holding Antalya’da olduğundan, birlikte seyahat edeceğim,
holdingin görevlisi de Antalya’ya geldiğinden ben de Bodrum’dan Antalya’ya
gidip, orada bir gece kalıp sonra Moskova’ya hareket ettim.
Antalya havalimanda check-in kuyrukları |
Bodrum –
Antalya arası yol çok güzeldir. Yazın o harala gürele kalabalığı da bittiği
için gayet rahat bir yolculuk yaptım. Zaten uzun yol yapmayı çok severim,
i-pod’u bağlayıp yola çıktım. Köyceğiz’de öğle yemeği molası verdim ve
Köyceğiz’e bayıldım. O kadar sakindi ki. Biri 1980’lerde kasabanın pause tuşuna
basmış, herşey durmuş gibi. Duvarda eski Cola reklamı, meydanda eski birkaç ev,
hafif yamuk... Göl kıyısında öğle sıcağında siestaya yatmış personeliyle
restoranlar. Ramazanın etkisi mi bilmem, ortalık çok sakindi. Sonbaharda
mutlaka gelip bir gece kalmak üzere 41 derecelik Köyceğiz’i arkada bırakıp
Antalya’ya vardım. O gece hafif rakı-balık yaptık. Fethiye’den aşağıya inince
balık yenmez görüşüme bir daha hak verdim. Artık kesinlikle bir daha yemem.
Deniz mahsülü meze de istemem, çünkü bilmiyorlar. O canım falezlerin üstünde sadece
et ve kebap yenir mi? Ama Antalya öyle bir yer. Hiç bir zaman pek sevmedim
zaten. Hele rutubeti insanı bitiriyor. Biz Bodrum’da cennetteyiz. Antalya’da
klimalı arabadan iner inmez gözlüklerim buğulandı. O derece.
Gökova'da Marmaris - Antalya yol ayrımı. Hep sağa sapardım, bu sefer direkt devam ettim |
Yol üstü Fethiye'den bir manzara |
Ertesi sabah
özel bir Rus havayolu şirketine ait Boeing 747 ile yolculuk ettik. Bu 360 Rus
yolcu demek ve bunların en az 50’si çocuk demek. Biz iki Türk’ü uçağın alt
katında en öne aldılar. Ama değil 50, birkaç Türk çocuğu olsa o yolculuk
bitmezdi. (Bir Türk dünyaya bedeldir). Rus çocukları da bir iki ağladı ama o da
basınçtan olsa gerek. Bir ara arka sahanlık çocuk parkına döndü. Anneler yere
oturmuş, çocuklar alt alta üst üste. Neyse, yolculuk beklediğimden daha sakin
geçti. Moskova ise beklediğim gibi çıktı. Sıkıcı, kasvetli bir şehir bekliyordum,
aynen çıktı. Ama daha şık olmasını da bekliyordum. Çok kaba bir şehir. Tipik
totaliter rejim mimarisi ve şehircilik anlayışı. 14 şeritli bulvarlar, gri
binalar. Benim gibi ana caddesi iki şerit, çevre yolu dört şerit olan Bodrum’a alışan biri için yollar
çok geniş geldi. Bir bina başlı başına bir blok oluşturuyor. Yani eni 200-300
metre filan. Sonra bir o kadar da köşe dönüp sokak içinde devam ediyor. Binanın
kapısı da her yüzde bir iki adet. Yanlış kapıya mı geldin? Hoop 200 metre yürü
diğer kapıya...
Rusya’nın
bize benzeyen ve benzemeyen taraflarını hem gördüm hem sorarak öğrendim.
Rüşvette bizi geçmişler. Yıllık maaşı 10-12 bin dolar olan üst düzey memur,
yazın ailesiyle birlikte gitmek için 35 bin dolarlık tur satın alıyor mesela.
Trafik felaket. Hem o müthiş geniş bulvarlar tıkanıyor hem çok hızlı araba
kullanıyorlar. Gece olunca bulvarlar Formula 1 pistine dönüyor, Maserati’ler,
Porche’ler birbirleriyle yarışıyor. İstanbul’daki kadar siyah cip ve Mercedes’i
hiçbir Avrupa şehrinde görmemiştim. Bu durumu bize özgü görgüsüzlük sanmıştım.
Moskova’yı görünce fikrim değişti. Siyah cipleri bedava verdiklerini
düşünebilirsiniz. Hem de en son Toyota Land Cruise, Porche ve Türkiye’de hiç
görmediğim Jeep modelleri. Arada eski Lada ve Sovyet yapımı araçlar da
geziniyor ama azınlıktalar. Vitrinler genellikle 70’lerde kalmış. Arada çok
tezat görüntülerle karşılaşıyorsunuz; örneğin aşağıdaki videoda göreceğiniz
şarküteri gibi. Saray gibi bir bina ve inanılmaz bir şarküteri. Moskova’da
yaşasam iki günde bir buraya gelirdim herhalde. Ya da eğer bir daha Moskova’ya
gidersem sadece bu şarküteri için olacaktır. İşte bu şarküterinin yanında
acayip demode giysiler satan mağaza. Hemen yanında Bentley otomobil bayii. Hiçbir
şey henüz yerine oturmamış.
Moskova'nın Yeni Arbat bölgesindeki şık restoranlardan Vesna'da öğlen menüm. Bira ve somon ızgara |
Moskova'da bazı kurallar işlemiyor. İşte yerel bir GSM operatörü reklamı. Aynen Vodafone tasarımı kopyalanmış. |
Gözüme
takılanları çektim. Ama size gösteremiyorum çünkü bilmediğim bir nedenle bu
sabah silindi. Bu blogdaki resimleri cep telefonumla çekiyorum. Ama seyahate
giderken telefonun şarjı idare etsin diye yanıma bir digital makine aldım. Ne
olduysa, çektiğim videolar duruyor, fotoğraflar yok. Elimdeki fotoğraflar yine
birkaç tane çektiğim cep telefon görüntüleri. Öyle matah görüntüler yoktu ama
fikir verebilirdi. Neyse, lafla anlatayım;
Moskova’nın
yarısı sarhoş, kalan yarısının yarısı evsizler. Diğer yarının yarısı memur,
kalanı da oligark denilen hiper zenginler. Bu oligarkların oluşumunu dinledim,
çok komik. Perestoraika döneminde yöneticiler diyorlar ki, eldeki parayı halka
dağıtmayalım, sektörler oluşturalım, başarılı bürokrat ve iş bilenleri
destekliyelim. Onlara sermaye verelim, onlar da fabrikaları filan
özelleştirmelere girip alsınlar. Para verilen insanlar Sovyet dönemi adamı
olduklarından, bürokrasiyi de iyi bildiklerinden, karşılarındakiler de
kendileri gibi olduğundan onlara hiç güvenmiyorlar, bu paralar bir gecede bize
geldiği gibi gider de deyip paraları hoop anında İsviçre’ye transfer ediyorlar.
Sonra mafyalaşma falan derken işte bu dünyanın en zengini oligarklar oluşuyor.
Şimdilerde elektrik dağıtan, petrol kuyuları olan bazı tipler Moskova’da tam
anlamıyla su gibi para harcıyorlar. Bazı restoranların önünden geçerken
kapıdaki limuzinlerden içerinin durumunu tahmin edebiliyorsunuz. Limuzinler de
bir alem. Hammer’ı kesmiş 20 metre uzatmış mesela. Ya da kırmızı Cadillac.
Saydım, tam yedi kapısı vardı. Görmemişlik ve abartı diz boyu. Zaten simli,
yaldızlı olan herşeye bayılıyorlar. Hayatımda bu kadar kitsch eşyayı bir arada
görmedim. Toplumun zevki tamamen bu yönde.
Sokaklarda
çalıp para kazananları çektim. Aşağıda izleyeceksiniz. Sadece klasik müzik
çalıyorlar. Yaylı çalgılar grubunun videosunda dikkat edin; arka planda sokakta
tablolar var. Bunlar geçici sergiymiş. Ama iyi havalarda haftalarca kalıyor.
Bir allahın kulu da yağlıboya portrelerin üstüne bıyık, gözlük çizmiyor. Hiç
bir heykel kırık değil. Bakımsız değil. Fark burada çok açık. Biz heykel
kırıyoruz. Dikili heykelleri kaldırtıyoruz. Onlar gözü gibi bakıyor. Bizim
sokaklarda berbat saz çalan berbat sesi olan birileri dilenir. Moskova’da
muhtemelen konservatuar öğrencileri sokaklarda çalıp harçlık topluyor. Ama
taksilerde çalan müzik çok kötü. Serdar Ortaç’tan daha kötüsü ne olabilir?
Rusça Serdar Ortaç türü şarkıcılar. Taksi sistemi çok komik. Yoldan geçen orta
kalite araçların her biri aynı zamanda taksi olabiliyor. Yani siz kaldırımda
bekliyorsunuz, bir özel araç duruyor. Pazarlık ediyorsunuz. Genellikle şehir
içinde ortalama bir mesafe 300-500 ruble arası tutuyor. Onlar 400-700 arası
fiyat veriyor. Sonra istediğinize iniyorlar. İzbandut gibi olanlara binerken
hafif bir tırsma oluyor, sonra o tipleri göre göre bünye alışıyor herhalde. Ya
da gece içilen votkalar insana cesaret veriyor. Taksiciler havalimanının
karşılama bölümüne kadar giriyorlar. Siz daha ilk kez Moskova’ya gelmişsiniz,
gümrükten geçmişsiniz birileri taksi lazım mı diye soruyor. Ha bu arada Rus’a
İngilizce yol sormayın. Çünkü uzun uzun Rusça anlatıyorlar. Bir iki defa sonra
öğrendik.
Herşey kril alfabesiyle yazılı. hiçbir şey anlamıyorsunuz. Sonra çözmeye başlıyorsunuz. Alttaki bölümde Real Süpermarket yazıyor mesela |
İyi birşey
yok mu derseniz; var derim. Bu blogda hiç kadınlardan söz etmedim ama Moskova
başka bir şey. Şaka bir yana ben hayatımda bu kadar güzel kadını bir ortamda
görmedim. Ama şunu da çözemedim; bu kadar güzel kadınlar nasıl oluyor da 40
yaşından sonra bu kadar deforme oluyor? Çok travmatik bir durum. Bence votka tüketimine
direkt etkisi var. Bu arada erkekler de bir o kadar kaba, çirkin. Bizi alana
götüren şoför en az 140 kilo ve 2 metreydi. Arabaya zor biniyordu ve emniyet
kemerini takamadığı için araç ikide bir ötüyordu. Ensesi benim kafam kadar olan
şoföre hiç bulaşmadık, sağ salim alana gidelim yeter dedik. Bu arada adamın cep
telefonu çaldı. Zil sesi bir bebek ağlaması inanabiliyor musunuz? O koca eliyle
küçücük telefonu açıp konuşurken, Rusça anlamıyorum ama muhtemelen “aman da
benim canişkom, bıcırığım, aşkım” gibisinden kelimeler sarf ediyordu. Yani
görünüşe aldanmamak lazım, Rus’ların hepsi iri ve kaba görünümlü. Amerikan
filmlerindeki KGB ajanları tiplemesi doğruymuş.
Moskova'da üç tane havalimanı var. Bu Domododevo. Merkezden ulaşmak için birbuçuk saat tarfikte cebelleştik |
Votka çok
acaip birşey. Yıllardır votka diye bize verdiklerini içip ölmediysek şanslıyız.
Midemizi yakan kezzap kıvamındaki bizim votkaların yanında orada içtiklerim yağ
gibi kayıp mideye iniyordu. Hele Beluga marka olanı... breh breh. Dönüşte 4
saate yakın rötar yapan uçağı beklerken, alanda bir barda acaba ne kadar
içebilirim denemesini yaptım. Sonuna doğru Kalinka oynayacak kıvama geldim. Votka
bizim rakı manasında bir içki. Milli içki yani. Ve tabii içmek için meze
gerekmediğinden tık tık atıyorlar. Onun için hakikaten şehrin yarısı gece
sarhoş. Yolda yanınızdan geçerken kokusu geliyor. Ki bu normal yürüyen insan.
Sallananları saymıyorum. Otelin mini barında 33 cl su ile 5 cl votka aynı
paraydı. Yani bizim burada bir otelin mini barında su ortalama 2 TL, rakı 10-12
TL. Bu ikisin aynı fiyat olması gibi. Buradan kıyaslayabilirsiniz. Devlet
votkayı desteklediği için fiyatı böyle ucuz. Şimdi bizim devlet içkiye vergi
artırırken Rus devleti sübvanse ediyor, teşvik veriyor. Aynı şeyi Rusya’da
üretilen otomobiller için de yapıyor. Jeep’in, Nissan’ın Rusya’da fabrikaları
var mesela. Bu markaları alana devlet sıfır faize yakın kredi veriyor. Jeep
marka araçlar 25-30 bin dolar civarıymış. Onun için en eski araba birkaç
yıllık. Benzin bizdekinin yarısından daha ucuz.
Şansımıza
hava bize iyi davrandı. Üç gün boyunca yağmadı. Bir ara gri oldu ama sonra
güneşliydi. Ortalam 270 gün gri olan bir şehirde yaşayanların ruh sağlığının
normal olmasını beklememek lazım. Zaten normal değiller. Moskova’nın gece
hayatı için şöyledir böyledir derler ama benim gördüğüm kadarıya İstanbul’un
eline su dökemez. Belki Ağustos ayının etkisi bilmiyorum ama gece saat birde
Kremlin taraflarında sadece beş on araba geçiyordu. O saatte Taksim’de ciddi trafik olur. İstanbul çok daha canlı
bir şehir. Tabii çok daha güzel. Aslında kıyaslamak İstanbul’a hakaret olur.
Kaldığımız
otelin iş yapacağımız firmaya yakın olması istendiği için şehrin dışı
sayılmayacak ama merkeze üç dört metro durağı mesafede bir yerdeydi. Merkezi
Taksim kabul edersek biz Mecideyiköy, Levent’deydik diyelim. Ona rağmen 400
rubleye taksi ile merkeze iniyorduk. Bu da yaklaşık 12 Dolar eder ki makul bir
fiyat. Hele benim gibi Bodrum’daki taksi fiyatlarını bilen biri için bedava
sayılır.
Mandarin Otel'in kaldığım odasından |
Odamın manzarası. Şu hayatta her zaman Ege'yi gören bir otelde kalınmıyor |
Son günümüz
serbestti ve bu sefer Arbat’ı görelim dedik. Arbat diye çok duymuştum. Sokakta
ressamlar, bohem hayat, sanatçı takımı falan. Hani oranın İstiklal’i denirdi. Hiç
alakası yok. Ya da eskiden öyleymiş. Bildiğiniz güneş batımı ya da karpuz
konulu kötü yağlı boya tabloların dizildiği sokak standları var. Arada bir iki
standta daha çağdaş diyebileceğimiz işler vardı ama onlar da sonuçta Kremlin
manzaraları. Çektiğim bir fotoğrafın silindiğine üzüldüm. Lenin’e çok benzeyen
biri, onun gibi giyinmiş, göğsünde madalyasıyla sokakta geziniyor ve
isteyenlerle para karşılığı yanyana fotoğraf çektiriyor. İşte bu kişiyi erken
saatte Starbucks’ta kahve içerken çekmiştim. Lenin ve kril alfabesiyle yazılı
Starbucks logosu yanyana iyi bir kareydi. Yazık ki silindi. Bunun gibi bir
başkasına da bir avm’nin tuvaletinde rastladım. Bildiğiniz Brejnev mezardan
kalkmış tuvaletteydi. O adamı da sonra Lenin’in yanında gördüm, o da fotoğraf
çektirtiyor. Avm dedim de, bir iki çok şık avm gördüm. Tüm yabancı markaların
yer aldığı, eski Sovyet döneminde muhtemelen bakanlık binası falan olan, üç
katlı, klasik mimarisiyle, tavanı cam kaplı pasajlardan oluşan bir avm mesela.
Ha unutmadan, Moskova’da bir suşi çılgınlığıdır gidiyor. Her yerde ama her
yerde suşiciler türemiş. Çin ve İtalyan restoranları ikinci sırada. Her avm aynı
zamanda bir suşi merkezi.
Ben bir
şehre gidince eğer kısıtlı bir iki günüm varsa hayatta müze filan gezmem. Hele
katedrallere adım atmam. Geçmişte acemiyken buralarda vakit geçirirdim.
Döndükten sonra o şehir hakkında ne biliyorum diye düşündüğümde birbirine
benzeyen katedraller ve müzeler hatırıyordum. Ama şehir hakkında bilgim
olmuyordu. Ne yerler ne içerler? Nerede eğlenirler, nerede alış veriş yaparlar.
Ne dinlerler? İşte bunlar için şehirli nereye gidiyorsa oralara gitmek lazım.
Onların gittiği restoranlara gitmeden, cafelere, barlara uğramadan şehri ve kültürünü
tanımıyorsunuz. İstanbul’a gelenin Topkapı Sarayı ve Süleymaniye’yi gezip
memleketine dönmesi gibi. Asmalı’yı, Nişantaşı’nı, Beyoğlu’nu görmeden İstanbul
tanınır mı? Aynı hesap. Onun için Moskova’da geçireceğim ikibuçuk günü müzeyle
falan ziyan etmedim. Zaten iki gün günde 4 saati aşan toplantılar yapıldı.
Kalan zamanda da mümkün olduğunca merkeze taksi ile ulaşıp sonrasını yürüyerek
geçirdim. Moskova metrosunu çok anlattılardı. Mutlaka bir iki istasyon görmek
istedim ama mümkün olmadı. O kadar kalabalıktı ki, içeri girmek için yarım saat
harcayamadım.
Moskova'ya gittim mi; gittim. Kremlin'i gördüm mü; gördüm |
Sonuçta
Moskova hakkında bunları yazabildim. Benim gibi Ege düşkünü biri için çok ters
bir şehir. Şehirdeki şarküteri hariç, Moskova ile en ufak bir bağ kuramadım.
Dönmek için can attım. Hiç aklım kalmadı. Kremlin’i gördüm. İyi oldu.
Görmeseydim ne olurdu derseniz; hiç bir şey olmazdı. Kremlin yerine bir Yunan
adasında sahilde balıkçı kahvesinde oturmayı tercih ederdim. Günün birinde o
coğrafyada da bir müşteri adayım olursa hemen giderim.
Son olarak; Ege
veya Akdeniz’e kıyısı olmayan hiçbir ülkeye gitmek istemiyorum. Orta Avrupa’nın
kasveti beni sıkıyor. Prag’ı da sevmemiştim. Budapeşte, Viyana’yı görmedim. Hiç
merak etmedim. Berlin’i anlata anlata bitiremiyorlar. Görmesem olur. Paris’l
başka bir bağım var. Ama Fransa’nın Akdeniz’e kıyısı var, oradan kurtarıyor.
Roma’yı sevdim. Barcelona’ya taptım. Madrid’e iki kez gittim. İlki merak,
ikincisi yol üstü diyeydi. Bir daha gitmem ama Barcelona’ya on kere
gidebilirim. Londra’dan kaçar gibi ayrıldım. Bir daha gitmedim. Ama Selanik’e
on kere daha gitmek isterim. Deniz insanı başka oluyor. Hele Ege ve Adeniz gibi
kültürün beşiğindeyse... Onun için Bodrum iyidir, hoştur. Ege’dir.
Antalya'dan Bodrum'a dönerken Sakar Geçidi'nde hep uğradığım mekan |
Bodrum'a Yalıkavak'a varır varmaz üstümü değiştirip kendimi Sait'e attım |
Dün akşam Sait |
Yorumlar
Yorum Gönder