Bu
sefer İstanbul’da hem iki toplantım vardı, hem şu çalınan makam bisikletimin
yenisini alacaktım. O yüzden arabayla gitmeye karar verdim. Eskiden –ki daha
gençtim- İstanbul-Bodrum arasını arabayla katedeceğim zaman gece erken yatar,
sabah gün ışırken yola çıkardım. Yol oniki saat sürerdi. Molalarla bu
süre onüç ondört saate kadar çıkardı. Arabalarımızın teknolojisi eskiydi, klimasızdı
ve yollar da daha yetersizdi. Şimdi artık Bodrum’daki evden çıktıktan altı saat
sonra Bandırma feribot iskelesinde olabiliyorum. Yazın en kalabalık günlerine
denk gelmezsem yol çok rahat ve boş. Normalde işlerim için uçakla gidip
geliyorum ama bu sene beş kez İstanbul’a gittim, bunun üçünü arabayla yaptım.
Bu kez de bisiklet taşıyacağım için, acelem de olmadığından arabayı tercih
ettim.
|
Bafa'dan geçerken... İki yıldır süren yol inşaatı devam ediyor |
|
Bafa'yı geçtikten sonra Didim sapağına inerken Söke Ovası |
|
Söke'ye yeni yapılan rüzgar tribünleri |
Araba
ile yolculuğu severim. Yolda isteğin müziği dinleyerek, bir yere belli bir
saatte yetişme gerginliği olmadan uzun yolda direksiyon sallamak iyidir. Hem
kafayı boşaltmaya da yarıyor.
Geçtiğimiz
salı sabahı da her uzun yol öncesi olduğu gibi Torba kavşağındaki benzinciden
yakıt alıp, güzel tostundan yiyip yola koyuldum. Bodrum İstanbul rotasının Manisa’ya kadar olan bölümünü hep zevkle geçerim. Akhisar Bandırma arası ise
sevimsiz gelir. Hem trafik artar, hem her zaman bir yol inşaatı vardır, hem de kuzeye çıktıkça gökyüzünün mavisi solar.
İçinde gri olan mavi, İstanbul’a yaklaşmaya başlamanın rengidir. 15:30
feribotuna binip Yenikapı’ya geçtim. Her zaman kaldığım Pera Tulip oteline
yerleştim. Bizim ekiple akşam yemeği için buluşacağımız yer Cankurtaran’daki
Balıkçı Sabahattin’di, oraya yollandım. İstanbul’a yılda on kez geliyorsam, bunun yedisinde
Sabahattin’e gidiyorum. Çünkü Sabahattin İstanbul'un sayılı balıkçılarından ve İstanbul’da yaşadığım son on küsur yılın
her ayı birkaç kez cuma ekibiyle buluştuğumuz mekandır. İşini bu kadar iyi yapan
Sabahattin’e hayranım.
Çarşamba
sabahı ilk işim Yalıkavak’ta çalınan makam bisikletimin (!) yenisini almak
oldu. Fulya’da Aktif Bisiklet diye bir mağaza var, onlar birkaç markayı ithal
ediyorlar. Benim çalınan bisikletim Specilaized markaydı. Aynısının bir yeni
modelini buldum. Bodrum’da bisiklet mi yok diye düşünebilirsiniz. Var tabii de
bu hem tasarımı hem kullanımı ile çok farklı. O yüzden Bodrum’dan İstanbul’a
gelip alıp dönmeye değiyor.
|
Evimizin bulduğu minik çarşının maskotu Çekiç. Makam bisikletimi kendisine zimmetledim, başından ayrılmıyor. |
Çarşamba
günü toplantılarımdan biri Akmerkez’deydi. Toplantı öncesi birşeyler
atıştırayım diye yarım saat erken gittim. Şimdi bu kurduğum cümle çok kentli
bir cümle. Öğlen yemeğini, toplantı öncesi bir AVM’de geçiştirmek. E ne var ki
bunda, çoğumuz öyle yapıyor diyorsanız siz de yaşadığınız hayatın kötülüğünü
fark etmeyecek kadar o hayata kapılmış olabilirsiniz. Bodrum’a yerleştiğimden
beri öğlen yemeğini hiç geçiştirmedim. Evdeysem buranın pazarından alınmış
sebzelerden kendi yaptığım yemekleri yiyorum. Eğer canım değişik bir şey
istiyorsa kışın Bodrum’daki Sakallı Ali Doksan’a, mevsim yaz ise Yalıkavak’taki
Gülten Abla’ya gidip farklı ev yemekleri tarıyorum. Yazın hafta sonu ise de
genellikle bir plajda, yine tadını çıkara çıkara yemek yiyorum. Yemek hayatın zevk veren aktivitelerinden biri, geçiştirilecek
birşey değil. Yemek yemekten zevk alan hayattan da zevk alıyordur. AVM’de
hamburger patates yiyip, kola içerek hayattan zevk alınabileceğine beni ikna
edemezsiniz.
|
Akmerkez'in artık boş kalmış koridorları |
|
Bu da İstanbul'da iş için gittiğimin kanıtı. Akmerkez'de toplantı öncesi double espresso içerken. Tam business style bir kare olsun istedim de... |
|
Vaat edilen hayat tam da benim kaçtığım hayat |
|
Değişen İstanbul |
Akmerkez
İstanbul’da yaşadığım dönemin simgelerinden biri. Açıldığı yıl ofisim
Zincirlikuyu’da evim ise Rumelihisarı’ndaydı. Sonra ofisimi Levent’teki o küçük
villacıklardan birine, evimi de Bebek’e taşımıştım. O yıllarda Akmerkez hep
hayatımızda vardı. Birçok iyi markayı bir arada bulabileceğimiz tek seçenekti.
Bir statü sembolüydü, oradan alışveriş yapmak bir prestijdi. Bazı haftasonları
orada yemek yiyip son seansta sinemasına girmek farklı geliyordu. O yıllarda
Beyoğlu henüz bu kadar ön planda değildi, sinema için Osmanbey’e falan
giderdik. Akmerkez bir anda patladı. Bazen de kadınlar alışverişe girerken biz
de HomeStore’da viski yudumlardık. Kendimizi batılı bir hayatın parçası
olduğuna ne de güzel ikna etmiştik. Daha çok alışveriş, daha çok tüketim. İyi kıyafetlerle iyi yerlerde içmeler. Daha
büyük çarşılarda, gün ışığı görmeden geçirilen saatler. Sonra bir zaman
geliyor, bu dayatılmış, çarkına girilmiş döngüden kurtulmak istiyorsunuz, yahu
ben ne yapıyorum diyorsunuz. Bu başka bir yazının konusu ama sonuçta ben şunu
yaptım; İstanbul ile ilişkimi minimuma indirip Bodrum’a yerleştim. Şimdi günün
her saatini gün ışığında yaşıyorum. Yemeklerimi de gün ışığında yiyorum.
Alışverişimi gerekli olmayan hiç bir şeyi tüketmemek üzerine kurdum. Mesela bu
sene henüz sezon sonu indiriminden sadece ihtiyacım olan bir kazak aldım.
Muhtemelen yıl sonuna kadar da üstüme başıma başka bir şey almayacağım. İstanbul'daki gibi bilmem kaç tane pantalonum yok. Hoş burada pantalonu ne yapayım, bir tek kışın ihtiyaç var zaten. Yazın hayat şortla geçiyor.
Herneyse
bunları ileride yine konuşuruz. Özgür olmak için parayla pulla
ilişkimi minimum seviyeye indirmeye çaba gösteriyorum diyelim.
|
Köprüden geçerken gün batımında İstanbul. |
Akmerkez’den
söz ediyordum. Yıllar sonra içine girince Akmerkez bir anda gözüme eski
göründü. Akmerkez’den sonra açılan Metrocity ve Kanyon’u da gezmiştim. Kanyon
mimarisiyle ilgimi çekmişti, ama açıldıktan sonra gezinirken Levent soğunu
hesap etmeyen yönüyle çok dalga geçtiğim bir proje olmuştu. Daha sonraki
yıllarda açılan İstinye Park’ı ise hiç görmedim. Açıldığında İstanbul’daydım,
henüz Bodrum’a yerleşmemiştim ama o sıralar hayata başka bakmaya başladığımdan
olsa gerek, alış veriş merkezinin içine girmeyi istememiştim. Kendi çapımdaki aydınlanmamı
yaşamadan önceki son durağım Akmerkez oldu yani. Çarşamba günü ofis katlarından
birine toplantıya gittiğimde ruhumun nasıl sıkıldığını anlatmamam.
Güneş girmeyen, basık tavanlı bir ofis. Toplantı odaları falan. Karşılarındaki
ekrana kilitlenmiş çalışanlar. Tamam ben de bütün gün bu ekrana bakıyorum ama
neyse ki kafamı çevirince yeşili ve Ege’nin lacivertini, masmavi Bodrum
gökyüzünü görüyorum.
|
Selin ile önden gidip masaya kurulduk |
|
Acıkmıştım, mezeler dokunmadan fotoğraflayacak kadar sabrım yoktu. |
Çarşamba
günü toplantılar bittikten sonra akşam Asmalı Cavit’e gider, iki kadeh atar,
ertesi gün yola çıkacağım için de erken yatarım diye düşündüm. Ama düşünceler
hayat pratiğine uymayabiliyor tabii. Ofiste bazı projelerde birlikte çalıştığım
arkadaşım Selin’e akşam bir yerde yiyelim, içelim dedim. O da hemen eşi Ahmet’i
aradı ve on dakika içinde program yapıldı. Asmalı Cavit, oldu Safi Meyhane. Daha
önce görmediğim bir mekandı, merak da ediyordum. Biz gidip mezeleri seçerken
Selin’in eşi Ahmet de geldi, rakılar şaraplar söylendi, sohbete başladık.
Derken Coka aradı. Coka da Hülya ile birlikte Cavit’e gidiyorlarmış,
neredesiniz diye sordu. Onlar da katıldılar, sohbet koyulaştı, rakının biri
gelip biri gider oldu ki ertesi günün iş günü olduğu akıllara geldi. Bıraksalar
bar bar gezecek kıvama gelmiştik ama ah şu iş günü olması... Bakın Bodrum’da bu
iş de daha kolay oluyor. Çünkü ertesi gün her ne kadar iş günü olsa da
havasından olsa gerek, zımba gibi kalkıyorsunuz. Üstelik evden çıkıp trafiğe
girip bilmemne plazaya gitmiyorsunuz. Hadi ben ev ofis düzeninde çalışıyorum.
Ama bir ofisim de olsa muhtemelen bisikletle on dakikada giderdim. Yani burada
hayat kolay. Her gün ortalama iki saatinizi trafiğe harcamadığınız bir hayatı
düşünsenize.
Evet,
Safi Meyhane’yi anlatıyordum. O akşam anlayacağınız, epey içildi. Safi'nin mezelerini yiyelim, balık veya ana yemek işine girmeyelim dedik. Favası limonluydu. İlginç geldi. Bizim burada fava daha yoğundur ve üstünde kırmızı soğanı olur. Limonlu güzel olmuştu. Patlıcana sarılı tulum peyniri vardı, tuzlu geldi ama peynir öyle bir peynir ne yapsınlar? Barbunya pilakisi normaldi. Cacığı Yunan usulü, yani yoğun olan caciki versiyonuydu. Ama sonra gelen karides güveç çok sıradan, kalamarı ise yenmeyecek kadar kötüydü. Zaten geri gönderdik. Mezeler iyi başladı ve gittikçe bozuldu. Ortam güzel, biraz modern bir meyhane anlayışı denemişler. Dekorasyon meyhaneden çok bir restoran havasında. Ama olabilir, bu da bir denemedir. Tabii orada eskiden var olan mekanın da bunda etkisi var mı bilmiyorum. Havalı bir bar, club vardı. Kapıda bodyguard'lar valeler falan. Havası bir sezonda söndü, kapattılar. Safi Meyhaneye bir şans daha vereceğim. Tatmadığım mezelerini ve köfte gibi, pirzola gibi yemeklerini deneyeceğim. Sonra son kararımı veririm. Şimdilik sınıfta bırakmadım ikmale bıraktım diyelim. Bu arada Safi Meyhane Mey İçkinin bir projesiymiş. Bodrum'daki projesi çökmüştü. Çarşıya girişte ilk sağ aralıkta, eskiden Orhan'ın meyhanesinin ve diğerlerinin olduğu yere "Meyhaneler Sokağı" dediler. Güzelleştirdiler, uğraştılar ama mekanları zorla bir şekle soksan da o aslında ne olması gerekiyorsa onu oluyor. o meyhaneler artık tekilacı oldu. İstanbul'da Fransız Sokağı denemesi gibi sonu hüsran. Son bir not; lütfen ukalalık yapıyor demeyin ama Bodrum'da o kadar iyi deniz mahsülü yiyoruz, o kadar iyi meyhanelerde yiyip içiyoruz ki, notumuzun kıtlığı ondandır.
|
İstanbul'dan ayrılırken |
|
Feribotu beklerken |
|
39 derecede Akhisar'dan Manisa'ya giderken |
|
Bazen yollarda tasarımını yaptığım işleri görünce kaydediyorum. Karınca da onlardan |
Selin de
Ahmet Coka da Mimar Sinan’da hocalık yaptığım dönemde öğrenci arkadaşlarım.
Tabii benden ne kadar hoca olursa o kadar hocalarıydım. Son dört yıldır da Selin
ile aynı ofisi paylaşıyoruz. Coka’yı da twitter sayesinde yeniden buldum.
Derken onun güneye yerleşme planları üzerinde konuşmaya başladık. Yakında Coka
ve Hülya da Bodrum yarımadasına yerleşecekler listesinde.
|
Eflatun ve mor renge doğru giden Bafa gölü ve dağlar |
|
Söke ovası |
|
Söke'de gün batımı |
|
İzmir otobanının Söke çıkışına yakın bir kamyoncu tesisi. Benden başka bir araç vardı o kadar. Bellik artık iş yapmıyor. Terk edilmiş gibiydi |
|
Aynı tesis |
Ertesi
gün yani Perşembe günü işleri halledip öğlen yarım feribotuyla Bandırma’ya
doğru hareket ettim. Bu sefer erken bayram tatiline çıkanlar nedeniyle feribot
tam anlamıyla doluydu. Yine birkaç tanıdığa denk geldim. Bandırma’ya indikten
sonra arabanın gps ekranındaki pusula rotamın güney olduğunu göstermeye
başladı. Gittikçe renkler ısındı. Havanın ısısı da buna eşlik etti. Manisa’yı
39 derecede geçtim. İzmir otobanından sonra Ortaklar ve Söke ovasına vardığımda
güneş batmaya başlamıştı. Bafa’ya vardığımdaysa göl ve dağlar mora bürünmüş
haldeydi. Yolun kenarına çekmiş bir tanker şoförü gördüm. Manzara onu da o
kadar etkilemiş olmalı ki tankere dayanmış karşı dağlara bakarak sigara
tüttürüyordu. Normalde Ortaklar’da durup çöp şiş ve ayran menüsünü ıskalamazdım
ama evde şaraplı bir menünün beklediğini bildiğimden yola devam ettim.
Otobandaki yarım saat çay molası dahil altıbuçuk saatte Bodrum’a vardım. Bayram
tatili –özellikle Çeşme yol ayrımına kadar İzmir’de trafiği etkilemişti. Söke’ye
vardığımda kendimi ait olduğum Ege’de hissediyorum. Oysa ben İstanbul’da doğdum
ve 48 yıl orada yaşadıktan sonra buraya yerleştim. Ama doğduğun değil, doyduğun
değil, mutlu olduğun yer senin oluyor.
Yorumlar
Yorum Gönder