Bodrumlu hayatımı
İstanbul’daki işimle finanse ettiğim sürece Bodrum-İstanbul arası gidiş
gelişlerim sürecek. Yani İstanbul’a bayıldığımdan gitmiyorum, gitmek zorunda
olduğum için gidiyorum. Bana kalsa üç dört ayda bir, üç dört günlüğüne giderim
yeter. Ama dediğim gibi işimin merkezi, ofisim orada ve iş yaptığım bütün
kurumlar orada. Bodrum’da hiç müşterim yok. Çünkü burada benim yaptığım işi
talep edecek kurum yok. Hatta Türkiye’de İstanbul dışında kalan yerlerdeki
kurumları toplasanız iki elin parmaklarını geçer mi emin değilim. Bugüne kadar
İzmir’den bir, Ankara’dan da üç müşterim oldu. Kalan müşterilerimin –ki otuz
otuzbeşi halen faal olarak iş yaptığım kurumlar olmak üzere yaklaşık altmış
civarındadırlar- tümü İstanbul’da. Hal böyle olunca da benim gidiş gelişlerim
kaçınılmaz. Ancak grafik tasarımı bırakıp burada - diyelim ki bir dükkan
açarsam o zaman tamamen burada yaşayabilirim. Şimdilik bu da söz konusu
olmadığına, grafik tasarım dışında bir işi bilmediğime göre böyle sürecek. Ama
aklımda planlar uçuşuyor o da ayrı.
Bu gidişim son
zamanların en uzun süreli gidişi oldu. Üç gece dört günümü İstanbul’da
geçirdim. İstanbul’a iş için gittiğimden, en kısa sürede en fazla işi yapmayı
hedeflediğimden günlerim çok yoğun geçiyor. Her güne bir toplantı koymak yerine
iki üç toplantı koyarak İstanbul’da kalış süremi kısaltmaya bakıyorum. Bu
durum, Bodrum’daki sakin ve ağır akan hayatımdan sonra bana epey hızlı geliyor.
Döneceğim gün artık gücümü tüketmeye başlıyor, bir an önce bitse de gitsek
duygusu başlıyor ve gözüm sık sık saate takılıyor.
|
İstanbul Hoşgeldin diyor |
Pazartesi sabahı da
genellikle yaptığım gibi 09:00 uçağı ile İstanbul’a gittim. Pist bakımı
nedeniyle onbeş dakika kadar geç kalktık ve ellibeş dakika sonra Yeşilköy’e
indik. Daha taksiye binip de havalimanından ancak çıkmıştık ki Florya’daki
kavşakta trafik tıkandı. Epey bir süre milim milim gittikten sonra açıldı. Bu
İstanbul’un “hoşgeldin”leri böyle oluyor. Otele yerleşip ofise gittim,
çalışmaya başladık. Salı bir, Çarşamba iki, Perşembe ise bir toplantım vardı.
Perşembe son anda iki toplantı daha çıkınca son günün yorgunluğu iyice
bastırdı. Dönüş için uçağa bindiğimde yorgunluktan yarım saat uyuya kalmışım.
Pazartesi akşamı
akrabalarımla Asmalımescit’teki Boncuk’ta buluştuk. Birkaç aydır bir araya
gelemiyorduk, bir yandan sohbet bir yandan Boncuk’un mezeleri ve rakı derken
gece hızlı geçti. Bu arada Boncuk’ta yediğim palamut, bu seyahatte yediğim en
iyi palamut oldu.
|
Yufkaya sarılı köfteyi ilk kez yedim, çok lezzetliydi. Öğlen yemeği için gitmiştik. Adı Köşe mi neydi unuttum |
|
Boncuk'un palamutu |
Ertesi sabah Akmerkez’de
bir görüşmem oldu. Akşam iş güç bitince Emre’nin sergisine gidildi. Emre Senan
benim ta öğrenciliğimden abim sayılır. Ben grafik bölümünde öğrenciyken Bülent Erkmen
ve Yurdaer Altıntaş hocamdı, Emre de yeni mezun olmuş onların asistanıydı. Yani
dostluğumuz 1978 yılına dayanıyor. Sonra benim mesleğe ilk başladığım yıl olan
1981 yılında o zaman yeni kurulan Yorum ajansta ben grafik tasarımcı Emre art
direktördü. Daha sonra Emre o zamanki adıyla Markom’un kurucularından oldu, ben
de askere kadar kalan bir yılımı Markom’da yine birlikte çalışarak geçirdim. Bu
arada ikimizin de birer vosvosu vardı ve diğer arkadaşlarla beraber (hala
görüştüğüm bizim meşhur Cuma ekibi) Assos seyahatleri yapardık. Yine yıllar
geçti bu sefer ben de Emre de bizim okulda –ki artık ismi Mimar Sinan olmuştu-
hoca olarak bulunduk. Dokuz yıl sonunda benim hocalık dönemim bitti ve bir süre
sonra da Bodrum’a taşındım. Ama bu arada 2008 yılında Emre ile birlikte şimdiki
ofisi tuttuk. O reklamcılığı bırakmıştı ve artık bir tasarım ofisi olarak devam
edecekti. Ben de zaten onbeş yıldır o konuda çalışıyordum ve böylece bir ofisi
ikimiz paylaşmaya başladık. Benim elli yaşımı kutlamak için gittiğim Bosna’ya
Emre ve Ayşegul ile birlikte Yurdaer hoca da gelmişti. Yani diyeceğim o ki Emre
Senan ile yollarımız çok sık kesişti. İşte salı günü Emre’nin Galeri Apel’deki
sergisine Yurdaer Hoca ile birlikte gittik. Bir anlamda üç kuşak bir arada
gezdik sergiyi. Her zamanki gibi Emre’nin mizah yanı baskın kişiliğinin
izlerini gördüğüm serginin adı “Ani Paçavra”. Askerlik ile ilgili anılarından
yola çıkmış.
|
Emre kendi sergisinde, Galeri Apel'de... |
|
Yurdaer Hoca sergiyi Emre ile birlikte gezerken. Hocanın eli belinde olduğuna göre birazdan fırça gelebilir... |
|
Üç kuşak bir aradayız. Kendi fotoğrafımızı kendimiz çektik |
O akşam bizim sözünü ettiğim Cuma ekibiyle Balıkçı Sabahattin’de
buluşacaktık ve bu kez Yurdaer Hoca da katılıyordu. Sergiden çıktığımızda saat
beşbuçuktu. O saatten sonra biraz Sultanahmet’te geziniriz dediysem de hoca
bundan hiç hoşlanmadı ve doğru Sabahattin’e gidelim isteyince emir büyük yerden
deyip boynumu büktüm ve Sabahattin’e gittik. Saat altıydı masaya oturduk. Ekip
sekize doğru geldi. Yedik, içtik, güldük, takıldık. Kalktığımızda gece onikiydi
ve altı saatlik mesaimi tamamlamıştım. Ertesi sabah da toplantım olduğundan
yine telefonun alarmını kurarak yattım. Bu konu çok can sıkıcı. Bodrum’a
yerleştiğimden beri sadece sabahları havalimanına gideceğim günler alarm
kuruyorum. Kalan günlerde ise kışın horozlarla, yazın ise civardaki köpeklerin
bağrışmaları ile uyanıyorum. Her ikisi de alarmın sinir bozucu sesinden daha
iyi. Alarm kurmak şehir hayatının zorlaması. Burada öyle bir derdim yok neyse
ki. Ama şuna inanıyorum, alarm ile uyanan kişinin sabahının mutlu başlaması pek
mümkün değil. Burada işim gereği laptopum saat dokuzda açık olmalı. Hizmet
verdiğim kurumlardan sabah erken gelen mailleri saat dokuzda cevaplamam
gerekebiliyor. Alarm kurma ihtiyacı olmamasının nedeni ise burada iyi işleyen
biyolojik saat. Eğer şehirde trafikte her gün cebelleşiyorsan, evinden işine
gitmek bile sıkıntı kaynağı oluyorsa, şehrin kalabalığı, pisliği ve
gürültüsünün yanı sıra bir de suni havalandırılan plazalardaysan tabii gece iyi
uyuyamazsın, sabah da kalkamazsın. Burada biraz önce yazdıklarımın hiç biri
yok. Üstelik sakin ve ağır akan bir hayat, ruha iyi gelen Ege’nin havası var.
Sen de kendine iyi bakıyorsan alarm ile işin olmaz.
|
Sabahattin'da şömine yanmaya başlamış |
|
Yurdaer hoca ile Sabahattin'de |
|
Hem üniversiteden hem Kalamış'tan mahalle arkadaşım Haluk... |
|
Dildade ve Yıldırım. Yıldırım üniversitede sınıf arkadaşım. |
|
Amirim lakaplı Selçuk |
|
Bu da Sabahattin'de yediğimiz palamut ızgara. İlk kez Sabahattin'de şikayet edecek birşey bulduk. Balığı pişiren usta kurutmuştu. Tamamını bitiremedik |
|
Oğuz... Oğuz da mimardır |
Kaldığım yerden
anlatmayı sürdüreyim. Çarşamba sabahı yine bir toplantı için alarm kurup
uyanıp, otelde hızla kahvaltı yapıp dışarı fırladım. Bu sefer toplantı mekanı
Esentepe’deydi. O gün ofiste yoğun çalıştıktan sonra akşam Twitter’ın bana
kazandırdığı dostlarla buluşmak üzere Karaköy Lokantası’na yollandım. Murat ve
Şeyda çok sevimli genç bir çift. Yaz başında Bodrum’a gelmişlerdi ve birlikte
yiyip içmiştik. Ömer Yılmaz ile daha önce hiç karşılaşamamıştık. Bu sefer –hani
derler ya şeytanın bacağını kırdık. Benim üçüncü rakı akşamım olması nedeniyle
hafif yorgundum ama antrenmanlı olmanın faydasını görüp geceyi rahat
bitirebildim. Sohbet çok iyiydi. Murat ve Ömer mimar oldukları için ağırlıklı mimari
bir sohbet döndü. O camia her zaman ilgimi çeker ve tanıdığım mimar sayısı da
az değil. Bu arada Şeyda da meslektaşım.
|
Karaköy Lokantasından bir detay |
|
Henüz müşteriler gelmeden Karaköy Lokantası |
|
Murat ve Şeyda Şahin ile Bodrum'daki Gemibaşı'nın rövanşında Karaköy Lokantasında |
|
Sonunda şeytanın bacağını kırdık... Gecenin mimarı Ömer Yılmaz |
Perşembe son günümdü ve
yine sabah bir toplantım olduğundan bu sefer Maslak’ta bir ajansa gittim.
Normalde o gün başka işim yoktu ve planım kuzenim Hakan’ın Lale Plak mağazasına
uğrayıp yeni gelen caz albümlerinden bir seçme yapmaktı. Ama bir gün önce çok
önemli ve geleneksel bir Türk markası arayıp tanışmak, görüşmek istedi. Bir
saat tahmin ettiğim toplantı iki saatte yakın sürdü. O biter bitmez bir başka
müşterim telefonda uzunca bir görüşme yapmak istedi, İstanbul’da olduğumu
söyleyince hemen geldiler ve ben saat üç civarı Şimdi kafede yemek yedikten
hemen sonra orada kahve eşliğinde görüşmeyi yaptık. Ofise dönüp çantamı alıp çıktım
ve uçağa yetiştim. Her İstanbul seyahatimde olduğu gibi bu sefer de öğlen
yemeklerimin saatleri şaştı. Bu benim için önemli bir detay olduğu için
vurguluyorum. İstanbul’daki hayat sizin düzeninizi bozuyor çünkü koşullar bunu
hazırlıyor.
|
Ofisin benim kullandığım bölümünü boşalttım. Kiraya vermek istedik ama müşteri çıkmadı. Muhtemelen bu ofisi bırakıp başka yere geçeceğiz. Şimdilik Emre ile aynı odayı kullanıyorum. Bu da manzaramız |
|
Emre ile ortak kullanmaya başladığımız oda |
|
Ofiste, Emre'nin işlerinden biri |
|
Bazı projelerde işbirliği yaptığım arkadaşım Selin |
|
Selin ve Özge iş başında |
Perşembe akşamı 18:00
uçağına bindim ve yukarıda dediğim gibi bir süre uyuya kalmışım. Artık mevsim
gereği Bodrum’a indiğimde hava kararmış oluyor. Uçağın kapısının açılmasıyla
ılık ve kekik kokulu hava yüzüme çarptı, kendime geldim. Arabama atladığım
gibi, yol boyu camı açık tutarak Ege kokusunu içime çekerek Yalıkavak’a vardım.
Çantamı bırakıp derhal sahilde bir yürüyüş yaptım. Yalıkavak iyice boşalmış. Bu
hali, dört günlük İstanbul koşturmasından sonra nasıl iyi geldi tahmin
edersiniz. Çardaklı’ya Mehmet’e gidip kendime barbun ızgara söyledim. İki üç
kadeh ile o barbunları bitirip yürüyerekten eve gittim ve kendimi yatağa attım.
Her zamanki gibi saat sekizde kendiliğimden uyandım. Gözümü Bodrum’da açtığım
için kendimi iyi hissettim ve balkona çıkıp derin derin nefes aldım. O an
İstanbul’un kirli ve tozlu havasının ciğerlerimden çıkıp gitti.
Plastik bardakla viskinin yanyana durmasına izin veren başka bi grafik sanatçısı görmemiştim daha önce ;-)
YanıtlaSilama onlar önemli bir tasarım mağazasının ürünü olan porselen bardaklar :)
Silhah şimdi tam sanatçı işi oldu ;-)Merkeze hoşheldiniz bu arada, birgün size bir yerde rastlarım muhakkak.
SilGece 02.00 itibariyle Ege bize de kollarını açtı, çok şükür.
YanıtlaSil:)