Günü birlik İstanbul'a gitmenin düşündürdükleri
Geçtiğimiz ay da günü birlik İstanbul’a gitmiştim. O seyahatle
ilgili yazdığım yazıyı (http://bodrumluhayat.blogspot.com/2013/06/istanbula-bir-gideyim-geleyim-dedim-de.html)
şu paragrafla bitirmişim; “Buralar kalabalıklaşmaya başladı. Ben de yarın
sabahtan artık Yalıkavak’a geçiyorum. Bu akşam Bodrum’daki evde sezonun son
akşamı. Arada tabii gelip kalacağım ama tekrar Bodrum merkezine dönüş Ekim
ayında olur. Hepinize, hepimize sağlıklı, mutlu bir yaz diliyorum. Bundan
sonraki yazıları artık Yalıkavak’tan yazacağım”.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Yalıkavak’ın bir kış geçtikten
sonra -özellikle benim oturduğum bölgenin, yani marina tarafının- bu kadar bozulacağı
aklımın köşesinden geçmezdi. Yalıkavak’a geldiğim günden itibaren hayatımda
sadece gürültü var diyebilirim. Akşamları marinaya giden yol İstanbul’un
Ortaköy-Kuruçeşme trafiğinin buranın ölçeğine indirgenmiş haline dönüyor.
Bayramda nasıl olacağını hayal edemiyorum. Kornalar çalınacak, trafik
tıkanacak, 34 plakalı dev cipler daracık yollarda problem yaratacak. Şoförlü
araçlarıyla marinaya gelenler tam kapının önünde inmek istediklerinden trafiği
tıkayacaklar, arkadan gelenlerin de yarısı şoförlü olduğundan bu böyle sürüp
gidecek.
Akşamları marinaya giden yol tıkanmaya başladı. |
Yani ekim ayına kadar yazıları Yalıkavak’tan yazacağım demiştim
ama öyle olmayacak. Yalıkavak’taki evin kontratı eylül sonunda bitiyor. Fakat
kontratı beklemeden Bodrum’a dönmek istiyorum. Yalıkavak defterini kapatıyorum.
2007 yılının ekim ayında başlayan Yalıkavak’lı günlerimi 2013 eylül ayında
noktalayacağım. Bunun nedeni buranın eski sakin kasaba halinin marinayla
beraber hızla bozulması, görgüsüz ve parayı nasıl kazandığı pek belli
olmayanların Yalıkavak’ı işgali sonucu buranın kimliğini yitirmesi. Benim
sevdiğim, yürüyüşler yaptığım, balıkçılarında rakı-balık yaptığım yer gitti
başka bir yer geldi. Çarşının bitiminden Küdür bölgesine kadar olan yer hala
eski halini koruyor olsa da marinadaki Bilyoner kulübün sabaha kadar gittikçe
artan volümü orayı da yaşanır olmaktan çıkarıyor malesef. Yani sonradan görme
zenginlik burayı da bozdu diyelim. Bu arada oturduğum küçük, altı dükkan üstü
stüdyo çarşıdaki iki mekan da haftanın iki gecesi canlı müzik yapmaya başladı.
Birbirinden kötü müzikleri duymamak için ya o akşamlar evde oturmayacağım ya da
içeri girip, kapıyı kapayıp, klimayı açıp kendi müziğimi çalacağım. Bodrum’da
çıt çıkmayan bahçeli evi bırakıp bunlara katlanmak için Yalıkavak’a gelmenin
hiç anlamı kalmadı.
Marina ile ilgili geçenlerde uzun uzun yazdığım için konuyu burada
bitireyim (http://bodrumluhayat.blogspot.com/2013/07/yalkavakn-icine-tekne-giren-avmsi.html)
.
Sonunda neye karar verdin derseniz, Bodrum’un içinde yaşadığım taş
evin çatısına yalıtım yaptıracağım ve yazları da o evde geçireceğim. Ev yüz
yıllık taş bir ev olduğundan alt kat her zaman serin oluyor ama üst kat –ki
yatak odası üstte- bütün gün çok ısınıyor, gece olanca sıcağı içeri veriyor.
Ahşap tavandaki tahtalar kalorifer gibi ısınıyor, gece klima açmadan uyumak
mümkün olmuyor. Ki bu da sağlıklı değil. Neyse, bu çözümün işe yarayacağını
tahmin ediyorum. Yazları oturmadığım için gereken özeni göstermediğim büyük bahçeyi
de yazın içinde yaşanacak hale getirmeyi planlıyorum.
Sabah 08:10 uçuşu ile Sabiha Gökçen'e gittim |
Ataşehir'i tanımakta zorlandım. Her geçişimde daha büyümüş, daha tuhaf binalar eklenmiş oluyor. Tam o çirkin camiyi çekiyordum araba hareket etti. |
Sabah sabah TEM manzarası |
Artık ofis de İstanbul’dan Bodrum’a taşındığı için her gün
Yalıkavak’tan Bodrum’a gitmek için 28 km git, 28 km dön 56 km yol yapıyorum. Eh
bu da anlamsız olmaya başladı. Ofisin yeri denize 70-80 metre olunca denize
girme derdi de kalmadı. Bazen sabah erken gidip, denize girip işe öyle
başlayabiliyorum ki bu da bulunmaz nimet. Eskiden ev-ofis düzenindeydim ve
yazları Yalıkavak’ın tadını çıkarıyordum. Ama o zaman tadı çıkarılacak bir
Yalıkavak vardı tabii.
Bundan sonraki yıllarda belki yazları onbeş gün Palamutbükü’ne
giderim. Sonra döner Bodrum’da kalırım. İşlerimi ayarlayabilirsem, sağlık da
yerinde olursa sonra bir hafta on gün Faralya’ya kaçarım diye düşünüyorum.
Böylece arada tatil de yapmış olurum. Bakalım bunları gerçekleştirebilecek
miyim?
Ve bir yandan hayat akıyor. İş hayatı da farklı biçimde de olsa
akmaya devam ediyor. Ofisi İstanbul’dan Bodrum’a taşıyınca yaptığım işin
niteliği değişmedi. Aynı işi yapıyorum. Hiç mi fark yok derseniz şunu
söyleyebilirim; İşin niteliğinde değil, işi yapma biçiminde fark oldu. Biraz
önce dediğim gibi sabah işe başlamadan önce yüzebilme imkanım var artık. İşe
gitmek üzere evden mayoyla çıkmanın tadı başka. Gün içinde ofiste çalışırken
şortla, ayakta sandaletle çalışabiliyoruz. Ofise gelip giden olmadığı için
konsantrasyonumuz bozulmadan tıkır tıkır çalışabiliyoruz. Yazın hava
aydınlıkken Bodrum’a inebiliyor, hayata karışabiliyoruz. Bodrum’daki evden
ofise giderken bazen yürüyor bazen bisikletle gidiyorum mesela. Bunlar büyük
nimet. Hiç birini İstanbul’da yapma imkanı yok.
Hizmet verdiğim kurumların tümü İstanbul’da olduğundan arada
sırada İstanbul’a toplantılara, sunumlara gitmem gerekiyor. Daha önce ofisim
İstanbul’dayken her ay düzenli olarak en az bir kere gidiyordum. Şimdi sadece
işe göre gidiyorum. Bazen ayda iki üç kere de gitmem gerekebiliyor ama artık
sabah gidip akşam dönüyorum. Yazın İstanbul’da bir saat bile fazla kalmak
istemiyor insan.
Perşembe günü de iş nedeniyle İstanbul’a gittim. Sabah 10:30’da
Ümraniye’deki toplantı için 07:15’de Yalıkavak’tan çıktım. 08:10 uçuşu ile 09:15’de
Sabiha Gökçen’e indim. Daha zaman var diye havalimanında bir kahve içip
haberleri okudum. Sonra bir taksiye atlayıp tam zamanında, yeni yapılmış Buyaka
adındaki kompleksin kullelerinden birinin tümüne yerleşmiş, eskiden beri iş
yaptığım kuruma gittim. Bina yepyeni, her şey düzenli, tertemiz. Uzaktan
İstanbul görünüyor, karşısında henüz talan edilmemiş yeşillikler var. Tabii her
an yeni bir “yaşam merkezi” orada inşa edilirse hiç şaşırmam. Tüm bu modern
yapılar benim için yaşaması zor yapılar. Eski püskü ofislerde, sokak aralarında
veya Mecideköy gibi İstanbul’un en gürültülü ve karmaşık yerinde çalışanların
yanında bu ofislerde çalışanlar son derece şanslı. Buna bir lafım yok. Sadece
bana ters, onu söylemek istiyorum. Binlerce kişinin çalıştığı kulelerdense
bizim ofis gibi üç kişinin çalıştığı, Kos ve Ege manzaralı yerde çalışmayı
tercih ediyorum. Zaten seçimimi bu yönde yaptım. Amacım hiç bir zaman şirketimi
daha büyütüp, onlarca veya yüzlerce kişinin çalıştığı, çelik cam kulelerde bir
ofise dönüştürmek olmadı. Sekreterlerim olsun, her gün toplantılara gideyim,
siyah arabamın arka koltuğunda rapor okuyayım gibi bir hayalim olmadı. Şık ve
pahalı restoranlarda müşterilerimle “samimi” iş yemeklerine gitmeyi aklımdan
geçirmedim. Oralarda o sırada hangi yatırımın cazip olduğunu, gelecek bir kaç
ay içinde nasıl bütçeler harcanacağını falan konuşmak insana pahalıya patlar.
Sonra eve gider ard arda iki viski parlatırsın ki gece uyuyabilesin. Bu hayatın
da bir maliyeti var. Bu yazdıklarımı, geçmişte kendi iş ölçeğimde yaşadım ve
bana uymadığını çok net anladım. İşte o zaman bir tercih yapmak durumunda
kalıyorsunuz. Ya bu hayata devam edip büyüyeceksiniz, ya başka yol çizeceksiniz.
İlla güneye yerleşmekten söz etmiyorum. İstanbul’da da, ya da ne bileyim
Ankara’da da büyümeden mutlu yaşanabilir ama İstanbul benim İstanbul’um
olmaktan çıkmıştı. Nasıl şimdi Yalıkavak’ı terk ediyorsam o zaman da İstanbul’u
gözümü kırpmadan bıraktım. Neyse, yani sonuçta ben daha sakin, hayatın çok daha
yavaş aktığı, çok daha samimi insanların olduğu Bodrum’u seçtim.
Beyaz yakalılar için Buyaka |
Camı açılmayan kuleler bana göre değil. Klimatize ortamlar da
öyle. AVM içindeki restorana inip tekrar işe dönmek metropolde yaşayan için belki
bir rahatlık ve avantaj ama benim için öyle değil. Zaten metropol insanı böyle
yapıyor işte. İş dışında harcayacağın zaman mümkün olduğunca az olsun diye
insanı aynı kilometre kare içinde tutuyorlar. Ofisindeki masadandan kalktıktan
onbeş dakika içinde yemek masasına oturmalısın. O kadar kapalı, çelik ve cam
içinde olmak bana modern insanın girdiği kafes gibi geliyor, içim daralıyor.
Yazın ofiste pazardan alınmış malzemeyle salata yemeyi, ya da hemen sahile inip
yemek yemeği tercih ederim. Kışın Bodrum merkezindeki Sakallı Ali Doksan’da
yediğim yemeği İstanbul’da hiç bir AVM’de yemem mümkün değil. Ve şuna dikkat
ettim, bugüne kadar hangi AVM’de ne yediysem kötüydü. Sunumlar harika oluyor.
Porsiyonlar doyurucu. Fiyatlar oranın müşterisi olan beyaz yakalılar için makul
oranlarda. Ama lezzet sıfır. İddia ediyorum, gözünüzü bantlasam, yediğinizin et
mi tavuk mu olduğunu anlamazsınız. Her şey tek lezzete indirgenmiş gibi adeta.
Bir standart söz konusu. Ve o standart lezzet de kaçınılmaz olarak silgi tadında.
Buyaka’da dostlarla gittiğimiz Midpoint’in şubesi bana bunları hatırlattı. Bunu
sadece o marka için söylemiyorum, genel durumdan söz ediyorum. Dekor, ambiyans,
servis, sunum gayet iyi. Ya lezzet? Bodrum’daki Leman Kültür’e benzetiyorum. O
da Bodrum’da yiyebileceğiniz en kötü yemeği yapar. Ama sunumu iyidir, mekan
denizin kıyısındadır, terası güzeldir. Gel gelelim aynı standart silgi tadı
burada da vardır.
Dönüş uçağını beklerken |
Bodrum'a inince kapı açılınca sıcak ile birlikte buranın kendine özgü kokusu çarpıyor |
Elektrik kesilince Yalıkavak'ta oturduğum ev ve çevre eski sakinliği hatırlattı |
Lime ve soda... |
Sabah uçağı ile geldiğim İstanbul’dan öğlen 15:00 uçağıyla
ayrıldım. Hepi topu 5,5 saat kaldım. Uçağa binerken yolcular arasındaki onlarca
çocuğu görünce gözüm korktu. Neyse ki korktuğum gibi olmadı, bir iki ağlama
sesi dışında sessiz bir yolculuk yaptık. Uçaktan inince fırının kapağı açılmış
gibi oldu çünkü öyle veya böyle, gün boyu
klimalı taksiler, klimalı ofis, klimalı AVM, klimalı havalimanı, klimalı
uçak derken gerçek havayla hiç karşılaşmamıştım. Havalimanında hayatın gerçeği
ile karşılaşıverdim. Arabaya bindiğimde dışarısı 37 dereceyi gösteriyordu.
Yalıkavak’a varınca evin balkon kapısını açtım ve içeri iyot kokusu ile batıdan
esen rüzgarın getirdiği serinlik girdi. Üstümdekileri çıkarıp şortumu ve
sandaletimi giydim. Pazardan aldığım yeni mahsül lime ile hazırladığım sodayı
içerken şezlonga oturdum, sabah altıdan beri ayakta olmanın verdiği yorgunlukla
gözlerimi kapadım. Şimdi burada yazdıklarım bir bir aklımdan geçti ”iyi ki
buradayım” dedim, teşekkür ettim. Bunları bir ara yazayım dedim. İşte şimdi
yazdım.
Siz daha iyi bilirsiniz ama Gündoğan'nın bir yan koyu olan Küçükbük'ü de tavsiye ederim. Ankara'lı ve sessiz bir yerdir.
YanıtlaSilDoğru, adı gibi küçük bir bük, düzgün insanlar yaşar diye duymuştum. Teşekkür ederim.
SilKeşke sizin gibi yapma imkanımız olsaydı ama işimiz maalesef buna izin vermiyor ama bir yandan da hayat geçiyor ne yapacağımı bilemiyorum :)
YanıtlaSil