İstanbul’a bu yaz iki kere günü birlik gidip gelmiştim. Gecelemeli
son seyahatimi Mayıs ayında yapmışım. Ofisim İstanbul’dayken mutlaka her ay en
az bir kere gidiyordum. Bazen ayda iki kere gittiğim de olurdu ama ofisi
Bodrum’a taşıdıktan sonra İstanbul seyahatlerim tam beklediğim ve istediğim
gibi çok azaldı. Koskoca yazı iki kere günü birlik gidip gelerek geçirdiğim
için çok memnunum.
Ofisi Bodrum’a taşıyınca iş hayatımda daha verimli çalıştığım bir
gerçek. Her şeyden önce “toplantı” denen boşa zaman kaybı olan o sıkıcı
süreçten tamamen uzaklaştım. Ne kadar az toplantı yaparsam o kadar çok ve hızlı
iş üretiyorum. İstanbul’dayken yaptığımız “Gelseniz de şu işi konuşsak”
içerikli toplantılar artık bitti. Ve gördük ki toplantı yapmadan da iş
yapılıyor, üstelik çok daha verimli çalışıyorsunuz.
Yaz aylarında genellikle hepimizde bir ağırlık, bir rehavet söz
konusu. Bütün kışı çalışarak geçirenler haklı olarak yaz aylarındaki tatili
beklerken bünyedeki yaylarda bir gevşeme oluyor. Yaz sonuna doğru gelen uzun bayram
tatili de işlerin hızlanmasını erteledi galiba. Bir çok konu “hele bayram
geçsin de” lafının ardında kaldı. Derken bayram da geçti. Ortalık
hareketlenmeye başladı, nerede kalmıştık dedik. Hal böyle olunca benim artık
bir İstanbul seyahati yapmam gerekti. Bu sefer hem İstanbul’da sevdiklerime
daha fazla zaman ayırmak hem işleri iki güne sığdırıp bunalmamak için programı
geniş tuttum. Kış tarifesi başladığından artık Bodrum’dan İstanbul Atatürk
Havalimanı’na sabah erken saatte uçak yok. Mesai gününü iyi değerlendirmek için
ben de 29 Ekim günü öğlen uçağı ile gittim. Hemen hemen her gidişimde kaldığım
Pera Tulip’e yerleştim ve tesadüfen İstanbul’da bulunan ve ertesi gün Paris’e
dönecek olan amcamı ziyaret ederek İstanbul günlerime başladım.
|
Otel odamdaki manzara. Bu kadar beton görünce Bodrum'daki Kos ve Ege manzaramın değerini daha iyi anlıyorum |
Uzun zamandır İstanbul’a gitmediğimi söylemiştim, böyle olunca
eskisi kadar sıkılarak gitmedim diyebilirim. Mesai günü olmadığı için trafik de
yoktur diye sevinmiştim ama Marmaray açılışı olduğunu öğrenince beklediğimi
bulamadım. Sahil yolunun Yenikapı bölümü kapanmış. Otelimin olduğu bölgede de
bayramı kutlamak isteyenlerin İstiklal’e çıkışı engellenmiş diye haber geldi.
Taksinin şoförü İstanbul’u iyi biliyordu neyse ki, beni Samatya, Aksaray
üzerinden tereyağından kıl çeker gibi otelime bıraktı. İstanbul’a iner inmez problemin
başlamış olması bu şehirden kaçmakla ne kadar iyi ettiğimi bir daha vurguladı.
Alt tarafı havalimanından evinize gideceksiniz diyelim, gidemiyorsunuz.
Birşeyler olmuş ve yollar kapalı. Bu gibi meseleler artık o kadar uzağımda
kaldı ki başıma gelince sorguluyorum. Oysa şehirde yaşayanlar artık böyle
şeylere alışmış, yadırgamıyor. Tabii bu gibi sıkıntıların farkında olmadan
bünyeye kaça patladığı ayrı konu.
|
Kumbaracılar Yokuşu'nda ikinci el dükkanından |
|
Burası Four Seasons restoranıyken çok sık gelirdik |
|
Öğlen yemeği için her zaman sevdiğim bir seçenek olan Asmalımescit'teki Şimdi. İkinci seçeneğim de Helvetia'dır |
|
Her gidişimde içtiğim, kremasız, evde yapılmış gibi sebze çorbası |
Salı akşamı Beşiktaş pazarında rakıya davetliydim. Davet eden
arkadaşım nereye gidelim dediğinde karışmam, sen seç demiştim. Beşiktaş benim üniversitemin
olduğu bölgeydi. Yani yetmişli yılların sonu ve seksenler başında Beşiktaş
bölgesi ve çarşısı çok zaman geçirdiğim yerlerdi. Üniversitenin öğle tatilinde
bira içmeye gittiğim çarşıya yıllarca hiç uğramadım çünkü yolum hiç düşmedi.
Üniversitede arada sırada hocamız Yurdaer Altıntaş ile öğle kaçamakları yapar,
ders arasında hızlandırılmış rakı-meze masası kurardık. Beş altı kişi olurduk,
birer dubleleri içtikten sonra tekrar okula döner, öğleden sonra Yurdaer
Hoca’dan proje dersinde “tashih” alırdık. Öğle yemeğinde her konudan konuşan
arkadaşlar gibiydik ama derste hoca-öğrenci ilişkisi devam eder ikisini asla
birbirine karıştırmazdık. Yani bir saat önce hocayla şen şakrak kahkahalar
atar, öğleden sonra eleştiri fırçası yiyebilirdiniz.
Aradan yıllar geçti, Yurdaer Hoca ile bu sefer masanın aynı
tarafında, yani hoca tarafında birlikte olduk. Hoca Mimar Sinan’da grafik bölüm
başkanıydı, ben de o bölümde hocalığa başlamıştım. Bu dönemde haftada bir akşam
mutlaka hocayla buluşup rakı içmeye giderdik. Gittiğimiz yerden başka yere,
oradan başka yere geçer, geceyi uzatırdık. Böyle akşamların bazılarında
Beşiktaş’a iner Ahtapot’a giderdik. Ahtapot küçük bir mekandı, aklımda yanlış
kalmadıysa sekiz on masası vardı. Öyle mezeleri ahım şahım değildi ama bize
yetiyordu. Daha sonraki yıllarda evimi ve işimi boğaz tarafına ve Levent’e
taşıyınca Beşiktaş ile ilişkim yine kesildi. Yaklaşık onbeş yıldır Beşiktaş
çarsına bir kere gittim o kadar. Salı akşamı biraz erkence gidip çarşıyı
gezeyim istedim. Hayretler içinde kaldım. O kadar kalabalık ve canlı olacağını
hiç tahmin etmemişim. Genel bir mütevazı hava sezdim, hoşuma gitti. Aynı
yerlerden üç dört kere geçerek nerede ne yeniyor, nasıl mekanlar var kavramaya
çalıştım. Kokoreç kokusu kızartma kokusuna, kızartma kokusu balık kokusuna,
balık kokusu köfte kokusuna karışırken karnım acıkmaya başladı. Bodrum
kalabalık falan diye yazın şikayet ediyoruz ama tabii ki bir Beşiktaş
çarşısının kalabalığı, uğultusu yok. Önce çok hoşuma giden bu canlılık saatler
geçtikçe baş ağrısı yapmaya başladı. Çarşı Balık'ta yemeğe oturduk. Komşu Ahtapot çok büyümüş. Yanında Turgut vardı, o da almış başını gitmiş kocaman bir
mekan olmuş. Eski günleri hatırladım. Derken çevre masalara Beşiktaş’ın fanatik
taraftarları geldi, rakıya oturdular. Arada biri ayağa kalkıyor “Beşiktaş sen
bizim canımızsın” diyor, hop başka masadan cevap geliyor. Ortalık bir anda
tribüne dönüyor. Sonra yine herkes kendi masasına dönüyor. Aradan zaman geçiyor
yine birisi kalkıp bağırıyor, hadi yine tribün efekti başlıyor. Hem eğlenceli,
hem benim için garip bir yer vesselam şu çarşı.
|
Beşiktaş çarşısı |
|
Beşiktaş çarşısı |
Yemekleri yazmaya kalkarsam olmayacak. Vasat deyip geçeyim. Ama
gördüğüm kadarıyla zaten millet oraya iyi meze, iyi yemek için gelmiyor.
Yenmeyecek mezeler olmasın, neşemizi bulalım, çok para vermeyelim, rakıları
içelim gidelim durumu var. Bunlar için de ortam gayet uygun.
Çarşamba, Perşembe ve Cuma günlerini iş toplantılarına ayırmış,
Cuma akşamı 17:05 Atlasjet seferi ile Bodrum’a, bizim Gemibaşı Hüseyin’in kına
gecesine yetişmeyi planlamıştım. Salı sabahı ilk toplantım Eminönü’nde
Kurukahveci Mehmet Efendi’deydi. Bu blogda Bodrum’daki hayatımı anlatıyorum. Bu
hayatı sürdürebilmek için çalışmam lazım. Ama biliyorsunuz, burada işlerimin detayını,
kimlerle çalıştığımı, ne işler yaptığımı yazmıyorum. Bunun yeri şirketimin www.serdarbenli.com
adresindeki veb sitesi. Ama salı sabahı ile ilgili bir iki notumu aktarmak
isterim, benim için önemliydi. Çünkü yazları çocukluğumda babamın Sultanhamamı’ndaki
mağazasına gittiğim günlerde babamla beraber Mısır Çarşısı’nı yürüyerek geçer,
Kurukahveci’den kahve alır o mis gibi kahve kokan, ağzı zımbayla kapatılmış
paketi koklayarak vapura biner Kadıköy’e geçerdik. Bazen de okuldan çıkıp
babama gider onun daktilosuyla birşeyler yazmaya bayılırdım. Sonra yine onunla
beraber eve dönerken önünden geçtiğimiz Kurukahvecinin kokusunu hiç unutmadım. Benim
gibi çifte kavrulmuş Boşnak ailesine mensupsanız kahve hayatınızın içindedir.
Dünya yıkılsa saat 11’de hayata ara verilir, kahve içilir sonra hayata kalınan
yerden devam edilirdi. Bu hala böyledir. Benim için de böyledir, o saatte kahve
içmezsem başım tutar. Salı sabahı kırk yıl sonra yine oradan geçtim, bu sefer
dükkanın içine de girdim. Hatta üst katta Mehmet Bey ile hem sohbet ettik hem
sade kahvelerimizi içtik. Bizim memlekette köklü marka sayısı çok az. Bunda
ticari faaliyetlerin Osmanlı’lar zamanında azınlıklar tarafından yapılıyor
olmasının etkisi var olsa da bizler de bu konuda pek başarılı değiliz. Bizde genellikle
birinci kuşak şirketi kurar, ikinci kuşak büyütür, üçüncü kuşak geçinemez ve
markayı dağıtır. O yüzden Kurukahveci Mehmet Efendi gibi markalar az olduğundan
değeri çok fazla. İngiltere’de 250 yıllık marka olmak şaşırtıcı değildir de
bizde yüz yılı bulmak, hele geçmek nadirdir, parmakla gösterilir.
|
Kurukahveci'nin Eminönü'ndeki mağazasından |
|
Mısır Çarşısı |
|
Turist gibi Eminönü'nden Karaköy'e yürüdüm, balık tutan işsizleri izledim |
|
Başkan Kadir Topbaş'ın tasarımı olan berbat ötesi boynuzlu köprü |
|
Ne kadar çok engel var |
Diğer günlerdeki toplantılarım çeşitli plazalarda geçti. Son iki
toplantım iki ayrı günde iki ayrı kurumlaydı ama aynı plazadaydı. Otelim
Tepebaşı’nda, plazalar da Maslak’ta olduğundan ulaşımımı metroyla
yapabildiğimden trafik ile pek derdim olmadı. Bir keresinde taksi ile giderken
Taksim’deki tünele girip çıktık. Neyse ki yerin dibine girdiğimizden Taksim’in
halini görmedim. Hoş, üstten gidip görseydim de manzara karşısında yerin dibine
girmeyi tercih edebilirdim muhtemelen.
Bu seferki toplantılarımın ağırlığı yeni tanıştığım kurumlarlaydı.
Girişteki hoş beş faslında konu hep aynı olduğundan artık alıştım; Bodrum’da
hayat nasıl geçiyor? Doğal olarak merak ediliyor. Çünkü bugüne kadar
toplantılara girdiğimde konuştuğum kişilerin çok büyük kesimi, onların da
hayali olan bir işi gerçekleştirmiş kişiyi bulmuşken meraklarını gidermek
istiyor. Bu da çok olağan. Ben de olsam bulmuşken aklımdakileri sorardım.
|
Şahane bir yapı örneği daha. Üçgen bina |
|
Levent'teki eski ofis komşumun logosunu yapmıştım. Yıllar sonra önünden geçtim |
|
Plaza manzarası |
|
House Cafe, Tünel |
|
Tünel'den |
Üç günde beş görüşme yaparak seyahatin ana amacını gerçekleştirmiş
oldum. Akşam neler yaptığıma gelince; ilk akşam Beşiktaş çarşısındaki Ahtapot’u
anlattım. İkinci akşam bizim çeteyle buluştuk. İstanbul’a gelmeden dedim ki bu
sefer beni bilmediğim bir yere götürün orada buluşalım. Şimdi anlıyorum ki iyi
bir fikir değilmiş. Çünkü gittiğimiz yerden adeta kaçar gibi ayrıldık. Efendim
Levent’te Maria’nın Bahçesi diye bir yer var oraya gittik. Adını daha önce de
çok duymuştum. Bostancı-Küçükyalı tarafında olduğunu biliyordum, bu yeni
yeriymiş. Bir mekan hakkında fikir sahibi olurken göz önüne aldığım üç kriter
var. Biri yemeklerin lezzeti, sunumu. İkincisi mekanda rahat edip etmediğim.
Yani ortam, temizlik, gelen giden kitlesi, gürültü falan. Üçüncüsü de ödediğim
paranın değip değmediği. Maria’nın Bahçesi’nde yediklerimi beğendiğimi
söylemeliyim. Hatta ahtapot ızgara beni şaşırtacak kadar iyiydi, İstanbul’da bu
kadar iyisini ilk defa yedim diyebilirim. Patatesli, kremalı karides, Ermeni
usulü barbunya pilaki, kağıtta hellim ızgara... hepsi benim damak tadıma uygundu.
Buraya kadar sorun yok. Sorun başka yerde patlak verdi. Artık hava serinlediği
için, bahçenin etrafını camekanla kapamışlar. Üstü de bizim Bodrum’daki
mekanlarda olduğu gibi açılır-kapanır bir çatı sistemiyle kapanmış. Böylece
artık orası bahçe değil kapalı bir mekan olmuş. Arkamızda aşağı yukarı onbeş
kişilik bir kadınlar masası vardı. Muhtemelen bir kutlama için oradalardı. Ve
masanın neredeyse tamamı sigara içiyordu. Kapalı mekanda sigara içilmesine
nasıl izin verdiklerini sordum garsona. Bir şeyler geveledi. Sahibi olan kişi
de bizimle aynı mekandaydı ve buna izin veriyordu. Bodrum’da böyle bir şey
mümkün değil. Mekanın üstü açık olsa ama üç tarafı kapalı olsa bile ceza
kesiyorlar. Burada sigara yasağı son derece ciddiye alınıyor ve bizler bundan
çok memnunuz. Biz söylenince işletme sahibi lütfetti de çatıyı açtı.
Havalandırdıktan sonra tekrar kapattı. Yan masa yine hep birden sigara yakınca
yine ortalık duman altı oldu. Bu sefer sadece onların üstünü açın bari dedik.
Bir süre sonra üşüdüklerini söyleyip kapattırdılar. Bu kadar saygısızlık fazla
geldi. Hem yasak deliyorlar hem kendilerini haklı görüyorlar. İşletme sahibi de
sesini çıkarmıyor. Böyle kötü bir işletme anlayışına tahammül etmek mümkün
değil. Ha bu arada bir kadın gitarıyla şarkı söylüyordu ki amfiyi açmışlar
yanındakiyle konuştuğunu duymuyorsun. Yani Maria’nın Bahçesi’nin yemekleri
iyiydi ama işletmesi berbat ötesiydi, hiç memnun kalmadım. İstanbul’da her
konuda kuralsızlık o kadar yaygın ki kimi kime şikayet edeceksin? Ve gece gezen
kitlenin türü de epey değişmiş durumda. Her yer eller havaya kültürüne teslim
olmuş. O akşam arka masamızdaki kadınların muhtemelen hepsi bir şirkette
çalışan, orta üst gelir grubuna aittiler. Bir süre izledim. Cep telefonlarıyla
birbirlerinin fotoğraflarını çekerken facebook pozu veriyorlardı. Öyle bir poz
türü var biliyorsunuz. Yüzünüzü bir yöne çevirip sadece üçte ikisinin
görünmesini sağlayacaksınız. Objektife bakarken burnunuz objektifle aynı hizada
olacak şekilde başınızı yukarı kaldıracaksınız. Boyun hafif yana eğik olursa
faydası var. Ayaktaysanız illa bir bacağınızı dizden kıracaksınız falan...
Neyse, bu kesimin dinlediği müzik de çok sıradan. En kalitelisi Sezen Aksu
diyeyim (Günümüz Türkiye’sinin felsefecisi, düşünen kadını havasına tahammül
edemiyorum o ayrı). Her neyse, belli bir sıradanlıkla kuşatılmışken onlara
uygun değilsen dışarıda eğlenmek pek mümkün değil. İlla sizi rahatsız edecek
bir şeyler çıkıyor. O yüzden artık bildiğimiz yerlerin dışında yenilik aramak
akıllıca gelmiyor. İstanbul’a geldiğimde Balıkçı Sabahattin, Asmalı Cavit,
Marina Balıkçısı, Karaköy Lokantası gibi bildiğim yerlerden şaşmam artık.
|
Maria'nın Bahçesinde yediğimiz hellim ızgara |
|
Patates ve kremalı karides |
|
Şahane bir levrekti |
|
House Cafe'de aileyle kahvaltı ettik |
Son akşam Perşembe akşamı da uzun zamandır gitmediğim Asmalı
Cavit’e gittik. Yılın ilk lüferini Cavit’te yedim. Lüfer olunca Cavit’in meşhur
sardalyasını bir başka sefere yemek üzere es geçtim.
Otelden bir yerlere giderken İstiklal Caddesi’ne çıkıyordum.
Sizler içinde yaşarken farkında olmayabilirsiniz belki ama İstanbul bir polis
şehri olmuş. Her köşede polis görmekten tadım kaçtı. Hele 29 Ekim günü
İstiklal’deki polis sayısı akıl alır gibi değildi. İnsanların Cumhuriyet
Bayramını kutlamasına niye engel oldukları ayrı bir konu zaten. Bu gibi
durumlarda bir kere daha Bodrum’da yaşadığıma şükrediyorum. Biz trafik polisi
bile görmezken İstanbul’da her an karşına bir polis çıkıyor. Polis denilince
bizim aklımıza marinanın güvenlik amiri emekli polis Süslü Celal gelir. O da
kışın akşamları akordeonunu alır Mahmut Kaptan’da şarkı söyler, rakısını içer.
Sohbeti de iyidir laf aramızda. Anısı boldur. Gezi direnişi sırasında Bodrum’da
bir akşam olay olmuştu ki o da dışarıdan gelenlerin provekesi sonucuydu. O
günlerde de bizdeki polis sayısı az olduğu için Muğla’dan takviye gelmişti. Beş
yıl içinde benim gördüğüm tek polisiye gece de oydu zaten.
|
Her yer polis |
Cuma sabahı da Maslak’taki toplantıyı bitirdikten sonra her gün bir
kaç kere uğradığım kuzenim Hakan Atala’nın Lale Plak dükkanında kahvemi içip,
CD soygunumu yapıp alana gittim. Üç günlük iş koşturmasının yanı sıra şehrin
yoran temposu, gürültüsü, akşamları yemekler, geç yatmalar falan derken epey
yorulmuştum. Alanda biraz dinlendim, bir şeyler atıştırdım ve 17:05 uçuşu için
uçağa bindim. Her uçuşta olduğu gibi yine birkaç dost ile karşılaştık, ayak
üstü sohbetler edildi ve sonra koltuğa oturmamla gözlerim kapandı. Bir ara
pencereden baktığımda bulutların üstünde olduğumu gördüm. Mecazi anlamda da
öyleydim çünkü Bodrum’a dönüyordum. Uçak alçalmaya başladığında Didim üzerinden
ineceğimizi gördüm. Yazın neden Milas’taki Beydağları üzerinden iniyoruz da kış
sezonunda Didim-Güllük üzerinden iniyoruz bilmiyorum ama bu iniş hem yolu
kısaltıyor hem öyle dağ aşmak falan gibi lüzumsuz işlere kalkışmıyorsunuz.
|
Gece çirkinlikleri örtüyor. Otel odamdan... |
Uçaktan çıkınca en sevdiğim o ılık hava ve dağ kokusu çarptı.
Arabama bindim, Rumca müzik açtım, eve kadar Ege’de olmanın tadını çıkara
çıkara araba kullandım. Güvercinlik’i geçince iyot kokusu doldu içeri.
Yokuşbaşı’na geldiğimde önce Kos’un ışıklarını sonra Bodrum’un bembeyaz
evlerini ve şıkır şıkır ışıklarını gördüm. Eve girince çantalarımı bırakıp
olduğum gibi doğru Gemibaşı Hüseyin’in bir kaç yüz metre ötedeki kına gecesine
gittim.
Hüseyin’in kına gecesini ayrı bir yazı olarak hazırlayacağım. Çok
renkli, çok güzel bir gece yaşadık. Bunları sizlere aktarmam gerek.
|
Hüseyin'in kına gecesini ayrıca yazacağım. Şimdilik bu görütüye yer vereyim dedim |
Bir İstanbul yolculuğum böyle geçti. Her dönüşümde buraya yerleşmekle
kendime yaptığım iyiliği düşünüyorum. Bazen İstanbul’a haksızlık ettiğimi
düşünüyor olsam da şimdiki İstanbul’un benim İstanbul’um olmadığını fark edince
vicdanım rahatlıyor. Lakerdası, lüferi ve boğazı dışında bu şehir benim değil.
Şimdiki yaygın kültürün, yaşayış tarzının, beğenilerin, izlenenlerin,
dinlenenlerin, konuşulanların benimle hiç ilgisi yok. Yaşayanların büyük
bölümüyle aynı yerde olmaktan hiç hoşlanmıyorum. Mümkün olsa da ülkelerimizi
ayırsak. Hal böyle olunca ne kadar az gitsem o kadar iyi geliyor. Gidiş
gelişlerimin arası açıldıkça Bodrum’a aidiyet duygum daha da artıyor. Evet
burada doğmadım, İstanbul’luyum, kırksekiz yıl orada yaşadım, ama burada
mutluyum, burayı seviyorum, ömrümün kalan bölümünü burada yaşamak istiyorum.
Hele şimdi şu muhteşem sarıyazı yaşarken...
merhaba,
YanıtlaSilsizin yazdıklarınız kadar alalade ve peşin hükümlü cevap vermeyeceğim için şimdiden özür dilerim!
Maria'nın Bahçesinde yemek yediğiniz akşam arka masadakilerden biri de bendenizdim!! "O akşam arka masamızdaki kadınların muhtemelen hepsi bir şirkette çalışan, orta üst gelir grubuna aittiler. " saptamanız hiç tutatlı değil iyisimi siz biraz medyumluk öğrenin! ayrıca sigara içilen mekanda oturup hem de şikayetçi olmanız hem bize hem de mekan sahibine saygısızlıktır. Neden rahatsızsanız içerde sigara içmeyenler ayrılmış mekanda oturmadınız beyefendi? ve de gece çalişip kazanç sağlamaya çalişan bir insan, bir müzisyen için de bu derece de haşin olmazdınız! onun da sesini duymazdınız. Alternatifleri değerlendirmemek sizin suçunuz bizim eğlencemiz eğlence kriterlerimiz de sizi hiç ilgilendirmez bizi de banelleştirmez. İster caz dinleriz ister Cigala ister Laz havası sizi hiççç mi hiçç enterese etmez. Biz mekanı seçtik geldik, memnun kaldık, ama sizin bakışlarınızdan da son derece rahatsız olduk! bir daha mekan seçerken bizim gibi ince eleyip sık dokumanızı tavsiye ederim; bir daha tekrar ediyorum, siz siz olun bilmediğiniz mekanlarda dolaşmayın ki biz de rahatlıkla sigaramızı üfleyip, tefimiz çalalim! Saygılar sunarim EFENDİM.
AYFER YAVİ
Merhaba Ayfer Hanım. Cevap yazmadan önce keşke araştırsaydınız; kapalı mekanda sigara içmek kesinlikle yasaktır ve cezası vardır. Bizlerin oturduğu alan kapalı alandı ve sigara içilmesi kesinlikle yasaktı. Merak ederseniz buradan bilgi edinebilirsiniz (http://www.ntvmsnbc.com/id/25159135). O akşam içimizden biri zabıtayı arasa o mekan ciddi ceza yiyecekti, aramadık. Dolayısıyla bizim sigara içilen/içilmeyen alan seçmemize gerek yoktu çünkü oturduğumuz alanda sigara içmek sizin ve işletmenin suçuydu. Bizim masada da sigara içen arkadaşlarımız vardı ve yasağa uyup dışarıda sigara içip masaya döndüler. Benim eğlence kriterimle sizinkinin uymamasını eleştirmek için değil bir durum saptaması olarak anlattım. Kimin ne dinlediği nasıl eğlendiği beni hiç ilgilendirmez. O anda sizlerle, sizin eğlence tarzınızla bir arada bulunmak sizin değil bizim kabahatimizdi, o tarz bir mekanda olmamalıydık. Sizin "bilmediğiniz mekanda dolaşmayın" tarzı nazik önerinizi zaten ben yazımda belirttim, bir daha bilmediğimiz yerlere gitmeyelim diye yazdım. İyi okumamışsınız. Bir diğer konu da şu ki; her kazanç sağlayan sanatçının emeğinin değeri ayrı bir konu, o işi iyi yapıp yapmaması ile o anda orada bulunanları rahatsız edecek kadar volümün açık olması ayrı bir konudur. İkisini karıştırmamanız gerek. Neyse ki bir daha nasıl olsa bir yerlerde karşılaşmayız, siz sigaranızı rahat için tefinizi çalın, benim yazdıklarımı takmayın.
SilHuysuzsunuz,beni sakın o arka gruptakilerden biri sanmayın,haşaaa değilim ve tanımam o mekanı hiç bilmem,ama sağlam kaya ya çarpmışsınız ,ne kadar durumu kurtarmaya çalışmışsanız da olmamış:)Sevgiler ,insanları aşağılamadan Bodrum'u anlatın...Deniz..
YanıtlaSilHuysuzum. Çünkü etrafına saygısı olmayanlardan hazzetmiyorum. Durumu kurtarmaya çalıştığımı nereden çıkardınız bilmiyorum. Nasıl yazacağıma da ben karar veririm. Size ters geliyorsa okumayın olsun bitsin. Bakın sizin gibi ayar vermeye çalışıp haddini aşanlara karşı da huysuzum.
SilIster istemez,kendisini tanimadigim halde Serdar Bey´e destek yazisi yazma durumundayim.Yazisi acik ve net,kapali mekanda sigara icme yasagi varken,cevreye bu kadar saygisiz davranilmaz.Bu kadar nikotin bagimlisi olanlar bir zahmet mekanin önüne cikip icecekler sigaralarini.Benim asil merak ettigim,mekan sahibinin böyle yüklü bir ceza riskini nasil göze aldigi?Saygilarimla,Ibrahim
YanıtlaSilHem kusurlu olup hem de soylenebilen talepkar ama mutsuz profesyonel istanbul kadınlarını bodrum hayallerini yazılardan okuyarak gerçekleştirme gayreti yerine avm de alışverişlerini yapıp kartlarının taksitleri ödemeye davet ediyorum, kendilerini saçma fiyatli kuaför ziyaretleriyle avutabilmelerini diliyorum. Selamlarimla
YanıtlaSil