Şu üç günlük dünyada, üç günlük İstanbul seyahati.
Tam üç
ay sonra yeniden, işlerim nedeniyle İstanbul’a gitmem gerekti. Önce aynı kampüste iki toplantı olacağı için ve fabrikalar da Sabiha Gökçen’e yakın
olduğundan sabah gidip akşam dönerim diyordum. Sonra bir başka müşteri adayımla
buluşmam gerekti, o zaman bir gece kalayım dedim. Derken o toplantının tarihi
bir gün atınca gidip dönüp iki gün sonra yine gitmektense iki gece kalayım
dedim ve öyle yaptım.
Sabahın altısında yola koyuldum |
İstanbul’da
kalmanın iyi ve kötü yanları var. İyi yanı, eş, dost, arkadaş, akraba ile
görüşebilme. Kötü yanıysa kaldığım her günün bana yüklediği sıkıntı. Gürültü,
kalabalık gibi artık hayatımdan çıkan şeylerle tekrar karşılaşmak inanın
bünyemi zorluyor. İki gün oldu döneli, dün hafif başlayan ve bugün şiddeti
artan bel ağrısı ile yaşıyorum. Dün bir arkadaşım, sen İstanbul dönüşlerinde
çarpılıyorsun dedi. Doğrusu dikkat etmemiştim, sonra hatırladım ki dört gün
kaldığım bir Istanbul dönüşünde de belim ağrımıştı. Sanırım orada koştururken,
yetişmeye çalışırken kendimi kasıyorum. Eh, bel fıtığı problemim de olunca,
dönüşte acısı çıkıyor galiba.
Geçen
çarşamba sabah beşte uyanıp, tavukları ve kedim Yalıkavaklı Neriman’ı besleyip
çıkacakken, folluktan aldığım henüz ılık yumurtanın cazibesine kapılıp bir
yumurta kırıp öyle çıktım yola. Uçağımın saati 07:55’ti ve uçak beş dakika
erken bile kalktı. Rötar olunca eleştiriyoruz ya, tam zamanında –hatta erken-
kalkıp tam zamanında varan Pegasus’u tebrik etmem gerek. Hakkaniyet bunu
gerektirir di mi? Saat 10:00’da Tuzla’daki toplantıya erken gitmemek için
havalimanında oyalandım bile.
İki saatte Bodrum'dan Tuzla'ya geldim, daha fazla sürede Tuzla'dan Tepebaşı'na gitmeye çabaladım |
Sonra
işimi halledip, ikinci toplantı saati olan 14:00’e kadar Tuzla’da fabrikaların
olduğu kampüste zaman geçirip ikinci toplantıyı da yapıp kalacağım Tepebaşı’na
doğru yola çıktım. Hava güzeldi, o yüzden trafik üç ay önceki gelişime göre makul
sayılabilirdi. Tabii İstanbul koşullarına göre konuşuyorum. Yoksa uçak bekleme
süresi hariç iki saatte Bodrum’daki evimden Tuzla’daki fabrikaya geldiğimi
düşünürsek, aynı sürede Tuzla’dan Tepebaşı’na gitmek açıklanabilir bir durum
değil. Ama orası İstanbul…
İstanbul’daki
işlerim eğer Avrupa yakasında olacaksa genellikle Pera Tulip’te kalırım. Ancak
bu sefer yer bulamadım ve Tepebaşı civarındaki başka otellere bakındım. Ansen
Suites’de karar kıldım. Önünden yıllardır geçip dururum, hep merak ederdim. Eski
Ansen apartmanından otele çevrilmiş bir yapı. Yanılmıyorsam 10 odası var. Eski
bir binada konaklamaktan çok memnun kaldım. Odam en üst kattaydı ve Haliç
ayaklar altındaydı. Halamların uzun yıllar yaşadığı Haliç Apartmanını belki
bilirsiniz. Şişhane’de, şimdi Radisson Oteli olan binadan üç bina aşağıda,
köşededir. Yüksek tavanlı çok güzel bir dairede otururlardı. Çocukluğumdan beri
çok sık gidip kalırdım o evde. Orada Haliç’te gün batımlarını seyrederdik.
Çocukken çay, büyüdükçe kola ve sonra rakı eşliğinde. Ansen’in girişinde biri
İtalyan biri de Roka adında Ege mutfağı sunan iki lokantası var. Ancak ben
yemekleri otelde yemekten –mecbur kalmadıkça- pek haz etmem. Dışarıda olmayı
tercih ederim. Hele İstanbul’a geldiysem, tek özlediğim şey olan Boğaz kıyısında
lakerdalı bir rakı akşamı varken otelde yer miyim?
Ansen'de oda çok geniş ve rahattı |
Sabahları kahvaltı verilen mekan, akşamları Roka adında restorana dönüşüyor. Roka Alaçatı'da da varmış |
İlk akşam, İstanbullu
hayatımda neredeyse her hafta gittiğim Kuruçeşme’deki Marina Balıkçısı’ndaydık.
Yine mükemmeldi. Müşterileri karşılayan iki kişi aynen devam ediyorlar. Onlarla
ayak üstü sohbet ettik. Garsonlardan birini tanıyorum artık, diğerleri tamamen
değişmiş. Bize servisi o yaptı, eski günleri hatırladım.
İkinci
gün işim yoktu. Günü aile ziyareti, arkadaşlarım Yıldırım, Haluk –bkz. bundan iki önceki çete yazısı- ve hocam Bülent
Erkmen ile Kantin’de öğlen yemeği yiyerek geçirdim. Kantin’e ikinci gidişim.
Yemeklerini çok beğeniyorum. Iki defasında da küçük küçük çok çeşit istedik,
çok da iyi oldu. Masada konu lezzetten ve yemekten açılınca bana İstanbul’un
yeni mekanlarından söz ettiler. O akşam için Kumbaracı Yokuşu girişindeki Yeni
Lokanta’ya gitmem önerildi. Ancak yer bulması çok zormuş, neyse ki Erkmen hemen
aradı ve iki kişilik yer ayarladı.
Kuruçeşme'deki Marina balıkçısından manzara |
İstanbul'un en sevdiğim yeri boğaz, en sevdiğim mezesi de lakerda. İkisi de Marina'da var. |
Akşam
önce Şimdi kafeye uğradık. Orasını çok severim. İstanbul’daki son yılımda evimi
Bebek’ten Asmalımescit’e taşımış, ofisimi de Levent’ten Tünel’e getirmiştim.
Şimdi kafe öğlenleri sık gittiğim, akşam iş çıkışı uğradığım mekandı. O
zamanlar Gügü işletirdi. Gügü orayı işletmeden önce de bizim Bodrum’daki
mekanımız Zazu’nun işletmecisiydi. Sonra Kurşuncu kardeşlere devredip
İstanbul’a döndü. Neyse, Şimdi’de birer kadeh içip Yeni Lokanta’ya gittik. Epey
loş ve hoş bir mekanla karşılaştım. Son anda masa bulabildiğimiz için biraz
köşedeydik ama zararı yok dedik, önemli olan lezzetti. Ben yeni mekan ve yeni tadlar
denemeyi severim. Ama sonra döner yine eski mekanlarıma giderim. Aklımda
kalmasın isterim yani. Boğaz’da yaşadığım onbeş yıl boyunca neredeyse açılan
her balıkçıyı denedim ama Hisar’da İskele ve Karaca ile biraz önce sözünü
ettiğim Kuruçeşme Marina’dan hiç vazgeçmedim. Ha bir de Bebek’te Poseidon denen
rüküş balıkçıya dönüşmeden önceki Yeni Güneş’e çok giderdim. Diğerlerini de
birer kere denedim o kadar. Yeni Lokanta’nın menüsü bana hitap eden bir menu
değil. Kötüydü demek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Yediklerim gayet
lezzetliydi. Ama ben rakı, balık ve meyhane mezelerini ve de o kültürü
seviyorum. Loş ışıkta rakı içerken digger masaların çoğunda şarap içilmesinden
hoşlanmıyorum mesela. Belki orada şarap içmeliydik. Ama ben rakıcıyım. Şarabı
yılda on akşam içerim o kadar. Tabii Yeni Lokanta aslında şarap ağırlıklı bir
mekan. Şarap listesi var, fakat rakı sadece iki çeşit. Yeni Rakı ve Ala. Başka
yok. Yeni Rakı’yı mecbur kalırsam içerim. Benim favorim Yeni Rakı’nın Yeni
Seri’si. O yoksa Tekirdağ’ı tercih ederim. O da yoksa Kara Efe. O da yoksa o
zaman Yeni Rakı. O akşam da değişiklik olsun diye Ala içtik. Dedim ya
geleneksel meyhane mezelerine ve son yıllarda doğal olarak Ege mezelerine
vurgunum. İçine patlıcan doldurulmuş mantı gibi lezzet denemelerini takdir
ederim, denerim, genellikle de beğenirim ama ertesi gün yine ahtapot, fava, ot
tercih ederim. Yeni Lokanta’nın lezzeti de gayet iyiydi fakat bir daha gider
misin diye sorarsanız, gitmem derim. Benlik bir yer değil. Her şeyden önce bana
göre epey sıkıcı bir mekan olmuş, başta loşluğunu sevdim ama biraz zaman
geçince ruhum karardı. Tamam, otobüs terminali lokantası gibi aydınlık olsun
demiyorum tabii ama bana göre değil işte. Sonuç olarak denediğimiz için memnun
kaldık mı? Evet kaldık. Aklımda kalmadı.
Yeni Lokanta |
Akşam İstanbullu Serdar ile Bodrumlu Serdar kadeh kaldırdılar |
Mantı... |
Ertesi
gün İstanbul’un en ucube binasında toplantım vardı. Anladınız tabii,
Gökkafes’ten söz ediyorum. Ansen Suite’ten ayrılıp valizimi kuzenim Hakan’ın
dükkanı olan Lale Plak’a bıraktım ve Tünel’den Gökkafes’e yürüdüm. Bodrum’da
bir yılda gördüğüm insan sayısının beş misli insanı bu yürüyüşte görüp mekana
vardım. Yol boyu eski İstiklal Caddesi’ni, çocukluğumun ve gençliğimin
Taksim’ini düşündüm. İlk ofisimizi arkadaşım Ali Platin ile açmıştık, yerimiz
Hasnun Galip sokağın köşesiydi. Yıl 1985 veya 86 olmalı. O zaman İstiklal
Caddesi’nde gezinmek, hele gece yürümek yürek isterdi. Sonra İstiklal Caddesi
dönüşüm geçirdi. Büyük markalar gelmeye başladı. Ama orayı çetelerden falan
temizleyen Sadettin Tantan’dı. Hakkını teslim etmeli, o zaman emniyet
müdürüydü, İstiklal’I hallaç pamuğu gibi atmıştı. İstiklal eski günlerine
dönmeye başladı. Kadınlar caddeye çıkabilir oldu falan. O dönüşümden hemen önce
biz ofisi Nişantaşı’na taşımıştık. Sonra 2007 yılında kendi ofisimi yine
İstiklal’e taşıdım. Istanbul’daki son ofisim, arkadaşlarımla ortak
kiraladığımız o ofisti ve İstiklal’in üzerindeydi. İki ofis arasında yaklaşık
yirmi yıl vardı, İstiklal ile birlikte Türkiye de çok değişmişti. Eskiyi
özlemle anmak –kaybettiğim insanlar hariç-
çok yaptığım bir şey değil ama İstanbul konusunda bunu sık yapıyorum.
Benim çocukluğumun ve gençliğimin İstanbul’u çok daha iyiydi. Daha sakindi, çok
daha temizdi, nezihti. Evet, dünyanın bir ayıbıdır ama İstiklal caddesinde adım
başı karşıma çıkan Suriye uyruklu dilenciler, Araplar falan iyi değil. Yakın gelecekte
bu iş sosyal patlamalara yol açabilir ve gördüğüm kadarıyla kimse bir şey
yapmıyor. Taksim tam bir rezalet. Berbat bir beton alan olmuş. Tam bir AKP
zevki ve zihniyeti. Durumu daha iyi anlatan, ibretlik bir yer bilmiyorum. Bir
meydan nasıl berbat edilir, nasıl yok edilir akıl alır gibi değil.
Çocukluğumdaki Taksim basbayağı yeşildi, hatırlıyorum.
Narmanlı da değişiyormuş |
Kuzenimin dükkanı Lale Plak |
Diğer kuzenim Sema ile Şimdi'de oturduk |
İşimi
hallettikten sonra uçak saatine kadar Arter’e uğradım, Lale Plak’ta vakit
geçirdim ve Yeşilköy’e yollandım. Dönüşüm AtlasGlobal ileydi ve o uçak ta tam
saatinde kalktı. O arada sürekli THY’nin rötar anonslarını dinliyordum. Tabii
ki THY’nin çok seferi var ve hepsi gecikmeli değil ama sadece THY’nin rötar
yaptığını da kulaklarımla duydum. Üç günlük İstanbul koşturması yormuştu ve
böyle günlerde olduğu gibi kafamı koltuğa koydum, uyumuşum. İzmir civarında
uyandım, biraz sonra da zaten Bodrum’a indik. Uçağın kapısı açılır açılmaz
burnuma en sevdiğim Ege kokusu doldu. Ilık hava ile birlikte içim kıpır kıpır
oldu. Sonunda olmak istediğim yere dönmüştüm. Ne gariptir ki, doğup 48 yıl
yaşadığım İstanbul’u değil de şunun şurasında 7 yıldır yaşadığım Bodrum’u
benimsiyorum. Kendimi İstanbul’a değil buraya ait hissediyorum. İstanbul artık
çok uzakta ve çok başka bir şehir oldu.
Bodrum’dan
İstanbul’a giden uçaktaki insanlar genellikle tatilden dönenler veya benim gibi
iş için gidenler olduğundan uçakta pek ses çıkmaz. Ama dönüş uçakları öyle
değildir. Bizler sevdiğimiz yere dönüyoruz diye neşeli oluyoruz, çoğunluk da
tatile geldiği için. Tatile giden insanlar hoş görülü ve neşeli olurlar.
Istanbul’da kornaya basan, sırada önünüze geçen onlar değildir sanki. Bir
nezaket ki sormayın. Bu dönüşümdeki yolcular arasında bikinisinin üzerine
tişört giymiş bir kadın ve şort giyip şapkasını takmış kocasına çok güldüm.
Hani uçaktan inip derhal denize dalacak gibiydiler. Bir de bandanalı adamlara çok
gülüyorum. Bu nasıl bir algıysa, Bodrum’da herkes bandana ile dolaşıyor
sanıyorlar galiba. Ben yazın Bodrum dışından gelenler hariç bandana takan
Kumbahçe’deki bir balıkçıyı biliyorum o kadar. Türkiye’ye gelen uçakta fes
takan turist durumu yani…
Bodrum'a gelince arkada gişe, otoyol tabelası değil palmiye oluyor tabii... |
Döndüğüm akşam mekanımız Zazu'daydım |
Cuma
akşamı döner dönmez çantayı atıp doğru Zazu’ya yollandım. Alıştığım lezzete
kavuşmanın hazzıyla güzel bir rakı-balık yaptım. Rakı Yeni Rakı-Yeni Seri idi
tabii.
Bu
hafta 19 Mayıs tatili nedeniyle hafta kısa. Yarın pek kimseyi bulamayız. Mail
gelmez, telefon çalmaz muhtemelen. Çarşamba plazalarda tatil sohbeti yapılır.
Perşembe iş yapar gibi görünülür, zaten ertesi gün cuma. Yani hafta böyle
geçer.
Herkese
iyi bir hafta dilerim.
Serdar Bey; İstanbul fotoğraflarında gergin bir ifade, Bodrum fotoğraflarında ise keyifli ve relax, aradaki fark "yüzünüzden okunuyor" emin olun :)) işte bizler bu ifadeyi hep yüzümüzde taşıyoruz, yüzümüze yapışmış adeta..
YanıtlaSilMerhaba;
YanıtlaSilBodrum gibi bir dünya harikasından kalkıp İstanbul'un keşmekeşine gelmek offf gerçekten çok zordur. Bodrumu çok severiz ailecek. 90 senesinden beri gidip geliyoruz. Çocukluğumda güzel anılar biriktirdim şimdi onları tekrar yaşıyorum her gittiğimde. Bolca gülümseyerek yaşanacak bir yer. Bu sene inşallah görüşeceğiz kendisiyle. Çok beğendim yazılarınızı. Okuyunca içim açıldı. Böyle detaylı yazmanıza da bayıldım. Babamın da en büyük hayali Bodrum'a yerleşmek. Umarım hayal olarak kalmaz bir gün yerleşirler. Blog sayfanızdan bahsedeceğim, hem keyifle okusun hem de hayalleri için adım atsın artık:)
Sevgilerimle