Bodrum-Alaçatı-Karaburun-Bodrum arası, iki gün 760 km...

Doğduktan 18 yaşıma gelene kadar yazları İdealtepe’ye giderdik. Altmışlı yıllarda İstanbul’un Avrupa yakasında oturulur, yazları da Erenköy, Göztepe, Suadiye, Bostancı, Küçükyalı, Maltepe taraflarına, Anadolu yakasına yazlığa gidilirdi. Ben doğmadan vefat eden, Bosna göçmeni dedemden kalma bir yazlığımız vardı. Bahçesinde meyve ağaçları olan, tek katlı geniş balkonlu, beş yatak odalı bir ev ve arkada altında garajı olan bir de müştemilat. İki dayım, teyzem, biz ve aile büyüğümüz anneannem ile o evde yaz geçirilirdi. Sokağın sonunda da halamlar ve ileride de babaannem ile amcam otururdu. Yazları Bosna'dan akrabalar gelirdi. Tabii o zaman Yugoslavya diyorduk. Yani yazları koca bir aile olurduk. Şaka değil, 14 kuzendik. En küçüğümüzle en büyüğümüzün arası 16 yaş falan olmalı ama ara yaşlarda çoğunluğu elinde tutan bizler bu hayattan çok memnunduk. Evde hareket, şamata eksik olmazdı. Sonra derken Kumburgaz, Silivri gibi yeni yazlıklar oluştu, dayımlar oralara gittiler, teyzemler bir süre Almanya’ya döndüler. Biz bir başımıza kaldık. Anneannemin sağlığında o evi bırakmadık. Aile büyüğümüz vefat edince, artık kalabalıklaşmaya başlayan İdealtepe'den ve kışları yaşadığımız Laleli’den ayrılıp yaz/kış yaşamak üzere Kalamış’a geçtik. Sene 1979… Boğaz köprüsü yapıldığı için Kadıköy’ün kışlık nüfusu da hızla artıyordu, biz de buna katkı yapmış olduk. Şimdi yaşı yirmi civarında olanlar için Suadiye’nin neredeyse sadece yazın dolduğunu, kışın in cin top oynadığını düşünmek bile tuhaf kaçıyordur.

Zeynep ile 40 yıla varan arkadaşlığımız var.

İşte İdealtepe’de onsekiz yaşıma kadar yazları tam bir mahalle ortamında büyüdüm. O zamanlar toplasanız sayıları yüzü bulmayan tek veya iki katlı evin bulunduğu İdealtepe’de çok iyi arkadaşlıklar kurduk. Deniz doldurulup sahil yolu yapılmadığından arkadaşlarımızın ailelerinin yalılarından denize girer, kayıkla balığa çıkar, o yıllarda onbeş yaşını geçmiş bir genç ne yaparsa onları yapardık. İnterneti bir yana koyalım, TV yeni yeni geliyordu. Tek kanal ve siyah/beyaz diye eklememe gerek var mı? Bizim yazlık evin nüfusu azalınca bahçedeki garaj boşa çıktı ve kuzenim ile oraya kendimize mekan yaptık. Plaklarımız, kasetlerimizle müzik dinleyebileceğimiz bir mekan o yaşlarda bizi kurtardı. Nereden kurtardı derseniz, Türkiye’nin karıştığı yıllardı, sokaklar tehlikeli olmaya başlamıştı, 12 Eylül’ü hazırlayan olaylar tırmanırken İdealtepe de payına düşeni alıyordu. Geceleri taka taka silah sesleri duyuluyordu bir yerlerden. Biz bir avuç arkadaş o garajda müzik dinliyor, kendi başımıza takılıyorduk. Haftada bir de Bostancı’ya Abdi’nin el arabasında sattığı şişlerden yemeğe gider, 23:38 banliyö treni ile dönerdik. O Abdi sonradan işleri büyütmüş yine Bostancı'da kebapçı açmış. Bilet almadan, yakalanmadan iki duraklık yolculuğu bitirmek heyecan konusuydu. İşte bu saf mahalle arkadaşlığı ortamında yazları birlikte geçirdiğimiz iyi arkadaşlar ile yollarımız bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldı. Yaşlar ilerledi, üniversitelere gidildi, başka şehirlere hatta ülkelere göç edildi. İnternet, sosyal medya falan olmadığından, telefonla şehirlerarası ve uluslararası konuşmak hem çok zor hem pahalı olduğundan mektup ile ilişkilerin kopmamasına özenildi. Sonra evlilikler, iş hayatı derken ayrı uçlara savrulduk. İstanbul’da kalanlar olarak arada irtibatı kesmesek de zaman oldu İstanbul o kadar büyüdü ki şehrin farklı uçlarında yaşayanların bir araya gelmesi bile zorlaştı.

Tüm bu süreçte çok sevdiğim arkadaşım Zeynep ile haberleşmeyi hiç kesmemeye çalıştık. Bazen bir iki yıl sessiz kaldığımız oldu, sonra bir yerden birimiz çıktı, kaldığımız yerden devam ettirmeye çabaladık. İstanbul’da doğdum sonra 48 yaşımda Bodrum’a göçtüm. Bütün hareketim bu. Zeynep ise Ankara’da doğmuş, sonrasında hayatı Cezayir, İstanbul, Side, Mısır, Dubai, Gana, Moskova’da sürdükten sonra şimdi Cibuti’de devam ediyor. Arada unuttuğum coğrafyalar da vardır. İşte Zeynep ile son yıllarda yazları geldikleri Alaçatı’da buluşalım dedik. İki yıl önce buluşmuştuk, geçen yıl mümkün olamadı. Bu yılı kaçırmayalım istedik. Kardeşi Fatoş da Şangay’da yaşıyor o da yazları Alaçatı’da. Böylece 40 yıllık arkadaşlar Alaçatı’da bir araya geldik. İdealtepe’de başlayan arkadaşlık Bodrum-Cibuti-Şangay üçgeninde sürüyor.


Fatoş Şangay'dan, bendeniz Bodrum, Zeynep Cibuti, Fatoş'un arkadaşı Petek ise Paris'ten geldi
Geçen cuma günü Alaçatı’ya gitme nedenim bu buluşmayı gerçekleştirmekti. Ve oraya kadar gitmişken hiç görmediğim Karaburun’a da uğramak istedim. Alaçatı’ya vardığımda akşam üzeriydi, bahçeye yayılıp yedik içtik. Ertesi sabah şöyle bir Alaçatı pazarında gezindim ve Karaburun’a doğru yola çıktım. Alaçatı’da hiç bir şey yapmadım yani. Uyku süresini çıkarırsak beş altı saat kaldım diyelim. Öğlene doğru Alaçatı sokakları boş, pazarı ise çok kalabalıktı. Hızla bir tur attım. Pazarını çok severim, alış veriş etmişliğim de var.

Alaçatı’ya yönelik bir iki notumu yazayım. Şöyle bir genç kız tipi türemiş, yolda hep aynı insanı görüyormuşsun gibi oluyor; Cepleri şortun boyundan uzun, dolayısıyla dışarı sarkan jean sort, üstünde tercihen beyaz tişört, yuvarlak koyu renk gözlük. Yüzlercesine denk geldim. Gece dışarı çıksaydım, mekanlardaki durumu da gözlerdim ama Karaburun’a geçtim işte.

Alaçatı'da trend gözlüklerin pazar veriyonları

Alaçatı çok güzel fotoğraf veren, detaylarında zevkli dokunuşların olduğu, adeta bir film platosu gibi
Birazdan oyuncular gelecek ve çekim başlayacak sanki

Alaçatı’da mekanlar yine hep şık. Ancak bu hep tasarım, hep bir düzenleme endişesiyle kotarılmak, bir yapaylık duygusu veriyor. Mesela Alaçatı Port buna iyi bir örnek. Alaçatı'ya eklenmiş, yapay bir dünya. Orada oturup ne balık yemek ne rakı içmek isterim mesela. Ama şık mı şık. Belki içinde iyi mutfağı olan mekanlar da vardır da, dedim ya benim gibiler için uygun değil. Çok beyaz yaka, çok kurgu bir dünya. Sahici değil. Aynı nedenle Yalıkavak Palmarina’ya da adım atmıyorum. Marinada balık yemem ama Yalıkavak balıkçı barınağındaki mekanlara gider büyük zevkle güneşin batışını seyredip yer, içerim. Şu “biiç” konusunaysa hiç girmeyelim. Tatile gelip o gürültüye nasıl ve neden girilir anlamış değilim. Her neyse, Alaçatı’nın bende bıraktığı izlenim hep yapaylık ve hani deyim yerindeyse dekor hali oldu. Ama şunu da özellikle belirtmem lazım; Bu yapaylığın altından kötü bir şey de çıkmıyor. Zevksizlik yok. Belli ki kalite çıtası yüksek konulmuş. Bu konuda Bodrum’dan daha yukarıda olduğu açık. Ama tabii Bodrum ile kıyaslamak ne kadar doğru bu da tartışılır. Alaçatı dediğimizde Bodrum’un bir mahallesi kadar yerden bahsediyoruz. Yönetimi, kontrolü kolay bir yer ile koskoca, yazın nüfusu milyona vuran bir yarımadayı kıyaslamak adil olmaz. Bir de not; şu ana kadan Türkiye’de gezdiğim hiç bir yer Bodrum kadar seçenek sunmadı. Yiyecek/içecek, yüzmek, mavi yolculuk, konaklama, gece hayatı, eğlence, sessizlik, tarih, alış veriş, marina… Bunların hepsini bir arada -en önemlisi farklı kategorilerde- bulabileceğiniz bu kadar geniş bir yelpaze sunan başka yer görmedim. Bodrum yarımadasının bu özelliği var deyip konuyu kapatayım.


Balık mezatı








Karaburun’a gideceğim dediğimde beni tanıyan ve o yöreyi bilen arkadaşlar yeni yolu değil eski yolu kullanmamı önerdiler. İyi ki onları dinlemişim. Yarımadanın güney/kuzey doğrultusunda, neredeyse tamamını sahil boyu izleyen yol enfesti. Buraya bir parantez açıyorum. Bazı tanımlar kişiye göre değişiyor. Karaburun bunun çok iyi bir örneği oldu. Kimisi “orada bişey yok ki napıcaksın?” dedi, kimiyse “orada bişey yok tam senlik” dedi. O “bişey”in olmaması bakış açısına, hayatı yaşayış tarzına ve beklentiye göre değişiyor işte. Beach ve Party kelimelerinin yan yana geldiği hiç bir mekan, bölge, kasaba beni cezbetmiyor. Cezbetse burada Yalıkavak’tan, Türkbükü’nden çıkmam. Oysa en son Türkbükü’ne iki yaz önce bir akşam yemeğe gitmiştim. Gece Yalıkavak’a gitmeyeli ise dört yıl oldu. Demem o ki ben sakinlik arıyorum. O zaman da kimine göre olmayan “birşey” benim için tam aradığım “birşey”.

Tamam otobanda hızla gidilecek yere varıyoruz da yol çok sıkıcı ama. Nerede o Marmaris, Datça, Fethiye'deki yolun muhteşem manzaraları
Karaburun yarımadasına sapınca otoban bitiyor, yolun manzarası güzelleşiyor

Karaburun yoluna girdikten kısa bir süre sonra eski yol sahile paralel devam ediyor. O yola girdim, dar sayılabilecek bu yoldan Balıklıova'ya vardım. Yolun darlığı şu anda sorun yaratmıyor çünkü herkes yeni üst yolu kullanıyor. Ama o kadar araç alt yolda olsa her halde yol bitmek bilmezdi. Balıklıova’ya bayıldım. Tam Ege işi bir sahil mahallesi. Şimdilerde pek kullanmadığımız tabirle orta direğin yaşadığı, sevimli, hoş bir yer. Cumartesi gün öğlen saatiydi ve çarşısı canlıydı. Herkes Garibin Yerine gitmemi önermişti, öyle yaptım. Tam beklediğimi buldum. Salaş, denizin üstünde, iddiasız ama lezzetli şeyler bulacağım mekan diye tahmin ettimdi, onikiden vurdum. Öğlen içki içmeyi sevmediğimden, üstelik araba da kullacağımdan sadece bir bira içtim. Ben söylemeden gelen küçük fava, yoğurtlu semizotu, karışık küçük bir salata ve zeytin ipucu oldu. Ardından dört tek karides ızgara ile orta boy bir çipura istedim. Onlar da çok lezzetliydi. Mekanda benden başka on oniki kişi vardı. Şahane bir öğlen yemeği üstüne sade kahvemi içip Karaburun’a devam ettim. Bu menüye 45 TL verdiğimi de yazayım. Bodrum’da bu menü 80-90 TL civarı olurdu.

Balıklıova'da bir cumartesi

Garibin Yeri... Tam beklediğim gibi çıktı. Salaş mekan, lezzetli yiyecekler
Masaya oturur oturmaz gelen şunlar hepsi lezzetli, doğaldı
Çipura ile karidesler parmak yediren cinsinden
Balıklıova’dan sonra Karaburun’a gelmeden Mordoğan var. Burasını seksenli yıllardan beri, arkadaşım tiyatro dünyasının duayeni Işıl Kasapoğlu’ndan çok duyardım. O Mordoğanlıdır anlatıp dururdu. Sahiline inmedim çünkü tam öğle sıcağında, güneş tepemdeyken oradan geçiyordum. Arabanın termometresi 37 dereceyi gösterirken inip yürümek cazip gelmedi. Ama yukarıdan bakınca bile denizinin güzelliği anlaşılıyordu. Türkuaz koylardan geçtim. Mordoğan’dan biraz sonra eski yol ile yeni yol birleşti tek yol oldu ve böyle böyle Karaburun’a vardım.

Karaburun’u nasıl buldun derseniz… Çok sevdim derim. Olumlu, olumsuz yanları var tabii. Olmaması mümkün mü? Ama ilk izlenimim şu; sevimli, sakin, huzurlu, görmüş geçirmiş bir hali var. Bunu çok sevdim.

Bir yere gittiğimde iki şeye bakıyorum artık. Birincisi yiyecek/içecek mekanlarıyla konaklama yerlerinin çeşitliliği, sunduklarının kalitesi ile fiyat dengesi. İkincisi, sakinlik ve orada bulunanların hal ve tavırları. Böyle bakınca Karaburun Alaçatı’nın tam zıttı bir yer. Mekanlar öyle şık değil, sundukları da öyle. Ama insanlar da o kadar şık değil, dolayısıyla snop değil. Dolayısıyla hiç puro kokusu almadım. Dolayısıyla biraz önce sözünü ettiğim cepleri dışarı sarkan kızlar da görmedim, polo yakalarını kaldırmış beyaz yakalı plazagiller de yoktu. Eteklerini savura savura koşan mutlu gelinler de göremedim. Yani tam sevdiğim gibiydi. Peki yiyecek/içecek mekanları daha kaliteli olsa da yine sakin ve huzurlu olsa olmaz mı diye sorabilirsiniz. Cevabım şu olur; maalesef bizde olmaz ama suyun karşısında Yunanistan’da tam da bu oluyor. Selanik’te de adalarda da… Bu başka bir kültür. Zevk ve kalite ile maliyet dengesi bizde farklı Yunanistan’da farklı. Şunu da söylemeliyim ki, illa mekan şık ve tasarım koksun istemem. Tam tersine. Salaş ama temiz olsun, içten ve sahici olsun. Balıklıova’daki Garibin Yeri tam böyleydi. Üstelik yediklerim de iyiydi. Mesele budur. İçerisi profesyonel bir dokunuşla çok şık olduğu için sokak arasında küçücük bir mekanda sıkış tıkış masada 150 TL vereceğim yemeğe, Garibin Yeri gibi mekanlarda, deniz üstünde 45 TL vermeyi tercih ederim. Keşke plastik yerine tahta sandalye olsa. Ama o olunca fiyat %15 artamayacak. Anlatabiliyor muyum? Zaten öbür türlü yerlerde yan masadan gelen parfüm kokusu ahtapot ızgaranın isli kömür kokusunu bastırıyor nevrim dönüyor.

Reyhan Otel'deki odamdan
Odamın manzarası



Reyhan Otel'in konumu
Karaburun’un neredeyse burnunda Reyhan Otel’de kaldım. Küçük oteller sitesinden yıllar önce bakmıştım, aklımda kalmış. Ha bu arada Karaburun’a ilk kez gideyim dememden bu güne 10 yıl geçti. Bir türlü olmadı işte. Karaburun’da iki oteli gözüme kestirmiştim, Reyhan Otel’de karar kıldım. İyi ki de öyle olmuş, çok memnun kaldığımı söylemeliyim. Gece balkon kapısını açıp içeriye Ege'den esen rüzgarın dolmasına izin verince klimaya gerek kalmadan rahat uyudum. Otelin manzarası ve konumunu fotoğraflar gösteriyor. Sahibesi Reyhan Hanım çok iyi bir ev sahibi. İlgili, hoş sohbet. Benim kahvaltıda ekmek, bal, reçel yemediğimi görünce sohbet ettik, şeker konusunu anlattım. Bana gittiği Okinawa adasından getirdiği, bizin kudret narı dediğimiz bitkiyi anlattı. Oralarda bu bitkiyi nasıl tükettiklerinden söz etti. Sağolsun, denemem için kendi bahçesinde yetiştirdiği kudret narından bir tane de hediye etti. Bugün yarın yapıp tadına bakacağım. Soğanla soteleyip üstüne yumurta kırma şeklini tarif etti. Kaya koruğunu sevdiğimi de söyleyince yine bahçesinin duvarlarından doğal olarak çıkmış kaya koruklarından ikram etti. Ben Datça’da konservesini alıyorum. İlk kez tazesini yedim. Müthiş… O rayihası...

Karaburun sakinleri
Sevimli bir tekne barınağı sahilin en can alıcı noktasında
Şu beyaz balkonun köşesine yakın bir masada yedim




Akşam gün batımına doğru, çok uzun olmayan sahilinde iki kere gidip gelip mekanları inceledim. Bana önerilen İsmet’in Yeri en doğru seçim gibi geldi ancak yer bulamadım. Cumartesi akşamı her yer dolmuş. Kapı önlerine koydukları menülerinde bir arada kahvaltı/köfte/tavuk/balık yazan yerlerde yemek yememek gibi bir kuralım var. İstisnaları olabilir belki ama böyle menüsü olan yerlerde hiç birinin iyisi bulunmaz. Üstelik ben rakı içip ahtapot yerken yanımda bira içilip tavuk kanadı yenmesini de istemem. Veya köfte ile kola. Onun muhabbeti farklıdır, diğerinin farklı. Karaburun’da yiyecek mekanı sayısı fazla değil. Düzelteyim; balık ve deniz mahsulü ağırlıklı mekan sayısı çok değil. Böyle olunca otele yakın ve yer bulabildiğim Number One adındaki mekana girdim. Bu arada Lipsos Otel’de Ata’nın mekanı tavsiyesini tamamen unuttuğum içindir ki buraya yöneldim. Çeşidi bol meze vitrinine ve fena sayılmayacak balık tezgahına bakıp yiyeceklerimi seçip masama geçtim. Ya yine yalnız olduğum için ya gerçekten rezerve olduğu için kenar masalara oturamadım. Belki okuyan olmuştur, bu konuya Datça Ovabükü seyahatimi anlattığım yazıda da değinmiştim. Deniz kenarları “aile” için ayrılıyor. Aile gelip ortaya bir börek dört kola söylese, siz tek başınıza onların ödeyeceğinden beş misli fazlasını ödeseniz bile bu böyle. İşletmecilik bilmeyen Türk işi muhafazakarlığın tezahürü böyle oluyor. Servis yapacak eleman orta yaşlarda, işini iyi bildiğini hissettiren biriydi. Yeni seri 20’lik rakı sordum, yok dedi. Yeşil Efe var dedi ki ben Efe sevmem, bana light geliyor, uymuyor. Kara Efe olsa gıkımı çıkarmam o ayrı. Bilen bilir… 20’lik Tekirdağ var mı dedim, var dedi ama zaten o da Yeşil Efe ile aynı tatta olur deyince dedim tamam, çattık. Valla o öyle değil, varsa 20’lik Tekirdağ alayım dedim. Gele gele ne geldi? 35’lik Yeni Rakı. Bu ne dedim? Onlar kalmamış dedi. Peki 20’lik Yeni Rakı da mı kalmamış? O varmış ama kafa karışmış bir kere. Peki dedim kalsın, güneşin batışını seyrederken ilk yudumumu aldım. Kopanasti peyniri sordum yok dedi. Bu arada Karaburun bu peynirin yapıldığı tek yer. Artık Çeşme’de yapılmıyormuş. Nasıl bir işletmecilik ki o yöreye özgü peyniri menüde bulundurmuyorlar. Gelen müşteriye küçük bir parça kopanastiyle yanında sıcak bir dilim ekmek getirseler damaktan tadı silinmeyecek bir iz bırakırlar ama yok işte. Mezeler son derece vasattı. Ahtapot ızgaradan not vereyim dedim, çaktılar. Ama ortam o kadar güzel, keyfim o kadar yerindeydi ki n’apayım bu akşam da böyle olsun dedim, takılmadım. Yemekten sonra sahilde yürüdüm. Kitaplarını cadde kenarına sermiş kitapçının önündeki canlı kalabalığı izledim. Her yaştan insanlar kitap seçiyorlardı. Tam karşıda, akşamüstü tezgahını kuran adam lokmasını pişirmişti. Biraz daha turlayıp, bir bankta oturduktan sonra otele döndüm.

Mezeler vasattan bir tık yukarı mı desem ne desem... 



Karaburun'a akşam çökerken

Barbunlar tazeydi, iyi kızarmıştı, sınıfı geçti...
Ahtapot sınıfta kaldı. Lezzetsizdi...
Lokmacı
Bir tür kitap pazarı... Her yaştan insan kitap seçiyor
Sabah hafif esintili şahane bir havaya uyandım. Kahvaltıdan önce denize girdim, yüzdüm. Denizi çok güzeldi. Hem ısı hem berraklık bakımından mükemmeldi. Zaten Karaburun dalış merkeziymiş. Otelin bulunduğu bölgede, sahilden bir kaç tane dalış kursu gördüm. Bilenler de gelmişler, balık adam kıyafetiyle geziniyorlardı. Kahvaltımı yaptıktan sonra sahilde kahve içecek bir yer aradım ama gölgelik bir mekan bulamadım. Oyalanmadan yola çıkayım dedim. Kopanastiyi nereden bulacağımı öğrenip kasabanın tepesinde Hasan Bakkalı buldum. Ama kopanastiyi bulamadım. “Artık bitti, daha da olmaz. Seneye…” dedi Hasan amca beni Ali’ye gönderdi. “Bak yerini tarif ediyorum diye kefilim sanma, ona karışmam” diye uyardı. Mesajı aldım ama her ne olursa olsun Bodrum’a 332 km yolu eli boş dönmek istemedim. Evet, daha önce daha iyi kopanastiler yemiştim ama buna da şükür. Bir çatal ucu kopanasti ile bir tek rakı içilir de bu yüzden benim için çok değerli bir peynirdir.

Otelin önünden denize girebiliyorsunuz
Sabah uyanınca...

Karaburun'un tepesinde, merkezde şahane bir çay bahçesi

Meşhur kopanasti peyniri
Her geçişimde eğer saat uygunsa uğradığım Ortaklar’daki Somuncu Baba çöp şişçisine Ocak ayında uğradığımda eski tadı bulamamıştım. Beraber gittiğim arkadaşlarım da buna katıldılar. Cuma günü Alaçatı’ya giderken geç bir öğle yemeği saatinde yine uğradım ve yine aynısı oldu. O eski tadı ve yumuşaklığı yoktu. Bu sefer dönerken yanındaki Kalyon’a gireyim dedim. İyi ki öyle yapmışım, parmaklarımı yedim. Sonra bana Somuncu Baba’yı ilk öneren Murat’a durumu yazdım. Meğer Somuncu Baba el değiştirmiş. İşte yine tipik bir işletmeci uyanıklığı durumu. İsim yapmış bir mekanı, üç kuruş daha ucuz et alarak yaşatacağını sanan işletmeci hatası. Tam bindiği dalı kesme hali. Müşterisini enayi yerine koymak budur. Demem o ki, ağzınızın tadını biliyor ve meraklıysanız, otoban bittikten sonra Söke’ye devam edip yollarda dizi dizi sıralanmış çöp şişçilere rağbet etmeyin, çünkü hepsi aynı ve sıradan. Otoban bitince Ortaklar sapağından girin, üç beş kilometre sonra sağda yan yana üç tane çöp şişçi göreceksiniz, Kalyon sonuncusu. Yolu on dakika uzatmaya değecek bir lezzet ile karşılaşacağınıza dair size garanti veriyorum, pişman olmazsınız.

Ortaklar'da Kalyon çöp şişçisi... Lezzet patlaması
Ve böyle böyle yolculuğun sonuna geldim. İzmir-Bodrum yolundan kaç defa geçtim artık hatırlamıyorum. Araba sanki kendi gidiyormuş gibi geliyor. Bir baktım Güvercinlik’e varmışım ve Bodrum yarımadası karşıma çıkmış. Memleketine dönen insan duygusu bastı bir anda. Yıllar içinde Bodrum’dan kuzeye ve Bodrum’dan güneye onbinlerce kilometre yaptım. Güneye indikçe yol güzelleşiyor. Bodrum-Alaçatı arası çok rahat bir yol. Yolun yarısından çoğu otoban. Ama Bodrum-Fethiye veya Bodrum-Marmaris-Datça rotalarının güzelliği bu yollarda yok. Manzara hep aynı. Oysa güneye indikçe Muğla’nın kıvrımlı koyları, aşılan dağları, girilen orman yolları nefes kesiyor.

Karaburun ile sonunda karşılaştım, tanıştık. Ben çok sevdim doğrusu. Bir kaç defa daha gitmeden tam tanıyamam ama ilk izlenim çok önemlidir ya. Oraya gidişlerimde kendimi iyi hissedeceğimden eminim. Özellikle eylül ayı ve ekim ayının ilk yarısı çok daha iyi olacağını tahmin etmek zor değil. Fırsat bulursam bu sonbahar bir kere daha gideyim isterim.

Hızı sabitleyip gitmek bir süre sonra sıkıcı oluyor. Ah Gökova yolunun virajları, Ege manzarası dedim...
İstanbullu hayatımda en sevdiğim tabelaydı, hala öyle
Ha, unutmadan; Alaçatı’da birbiriyle ilgisiz iki arkadaşıma Karaburun’a gideceğimi söylediğimde “yatırım mı yapacaksın?” diye sordular. Bir bölgeye yatırım mı yapacaksın lafı ağızlardan çıkıyorsa oraya hain planlar yapılıyor demektir. Yıllar içinde gide gele gözlediğim bazı noktaları bir araya getirice kendimce şöyle sonuçlar çıkardım. Hiç bir bilimsel veriye, araştırmaya dayalı sonuçlardan söz etmiyorum. Bir bölge havalimanına uzaksa orası “gelişmiyor”. Gelişmekten ne kastettiğimi anladınız. Bir bölgenin karayolu virajlı ve ona en yakın merkeze 150 km’den uzaksa da gelişmesi yavaş oluyor. Eğer o bölgenin sahili kayalık ve sarpsa da hızla bozulmuyor. Ama etrafında kumluk sahiller ve koylar varsa o zaman son dediğimi unutun. Kişisel tahminim Karaburun’un Alaçatı gibi bir yer olması pek mümkün değil. Olması için Alaçatı ve Çeşme’nin bitmesi gerekir ki aradaki 85 kilometreyi insanlar gitsin. Çeşme’nin İzmirliler için bir anlamı, ritüeli var ve kanımca orayı tahtından indirmek kolay değil. Karaburun gelişmeli mi derseniz, zaten gelişmesin derim tabii. Çünkü bizim ülkede gelişmek ile yozlaşmak, yapılaşmak, tahribat eş anlamlı.

Karaburun notlarım bunlar. Bir daha gideyim, kafamda daha netleşir. Bunlar ilk izlenimlerim. Belki yanlış izlenimlerim olmuştur, bir dahaki gidişten sonra onları düzeltirim.

Bodrum-Karaburun rotası. Arada bir Alaçatı'ya girip çıktım



Yorumlar

  1. Dostluklar emek istiyor , emek verirseniz; araya ne kadar zaman girerse girsin kaldığı yerden devam ediyor.Ömrümüz devam ettikçe dostlarımızla olalım:)
    Seyahat rotanızı çok sevdim , bende Nisan da Urla , Balıklıova ,Karaburun , Ildırı , Alaçatı , Sığacık şeklinde yaptım , çok keyif almıştım ,belki gitmişsinizdir ama programınıza Sığacık'ı da almanızı tavsiye ederim:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sığacık'a bir kaç kez gittim, pazarını çok sevmiştim. Bu kez gitmeme nedenim hafta sonu kalabalıklığına karışmamaktı. Sonbaharda Karaburun'a gidersem, dönüşümü Sığacık, Seferihisar, Selçuk, Kuşadası, Söke üzerinden yapmayı planlıyorum. Teşekkürler...

      Sil
  2. Lüks,yapay yerlerden kaçan biri olarak,olağanüstü yerler öğreniyorum sizden. Kalitenin sadece lükste olduğunu sananlarla seyahat etmek hiç zevk vermiyor! keyifli seyahat etmek isteyen yeni,eski arkadaşlarla bir tur yapsanız müthiş olur!Yeni bodrumlu olarak, ben parmak kaldırdım bile :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dikkat ettiyseniz çoğu seyahatimi yalnız yapıyorum. Organizasyonlar, turlar, toplu aktiviteler hiç bana göre değil :)

      Sil
  3. Serdar bey;
    Öncelikle paylaştığınız fotoğraflar ve bilgi paylaşımınız için çok teşekkürler. Eylül ayının son haftası ailemle birlikte Bodrum'a gitmeyi planlıyoruz. Denize girmeyi ailecek çok seviyoruz ama Eyülün son haftası sizce deniz suyu soğuk olur mu? Siz eylül sonu Bodrum da denize girerken ürperiyor musunuz?
    Bu konuda bilgi verirseniz çok sevinirim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Rüzgar olursa çıkınca hafif serin olabilir. Yoksa idealdir.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?