Bodrum’a
göçeli yedi yıl oldu. Yalıkavak’ta geçirdiğim yarı zamanlı süreyi saymıyorum. O zaman asıl evim İstanbul’daydı, buraya
her ay önceleri dört-beş gün, sonraları birer hafta, derken onar gün gelmeye
başlamıştım ama dediğim gibi onları saymıyorum. İstanbullu hayatımda her yıl
bir iki kez yurt dışına çıkardım. Gezmeyi severim. Ancak burada yaşamayı o kadar
isteyip de yapabildikten sonra buranın bir dakikasını bile ıskalamamak derdine düştüm.
Bünyem yerimden kıpırdamama izin vermedi. Sadece bir kez, o da 50. yaşımı
kutlamak için, annemi, sevgili hocam Yurdaer Altıntaş’ı da alıp Bosna’daki
akrabalarımın yanına gittim ve ellinci yaşımı orada, onlarla birlikte kutladım.
Annem de 52 yıl sonra Saraybosna’yı yeniden görmüş oldu.
Buradaki geçirdiğim yedi yılda yirmi kereden fazla
Datça’ya, onlarca kez Selimiye, Fethiye... karış karış gezdim. Ama
Yalıkavak’tayken her gün karşımda gördüğüm Kalymnos’a, Leros’a, merkeze
taşındıktan sonra ise her gün selamlaştığım Kos’a geçmedim. Her şeyin bir
zamanı vardır ve ben buna çok inanırım. Biraz vize almak için gereken evrağı
toplayıp başvurmaya üşenmenin de etkisi oldu tabii. Ama ne olursa olsun zamanı
değilmiş ki gitmedim. Ve derken artık etraftan arkadaşlarım da yahu etme eyleme
gitsen çok seveceksin dediler. Seveceğimden kuşkum yoktu zaten. Yıllar önce
Kerkira adasına (Corfu), Atina’ya, Selanik’e gitmiştim. Eh, evde Yunan
müziğinin çalmadığı gün yok. Ege diyorsak işte karşımda duruyor, bir yakada ben
bir yakada Yorgo, Eleni karşılıklı bakışıyoruz. Yunan müziğini, yemeklerini,
yıllardır yakından izlemeye çalışıyorum ve üstelik çok da benimsiyorum.
Uzatmayayım, bayramda Bodrum çok kalabalık olur bir kaç gün, daha sakin olan
adalara kaçayım dedim ve sonunda tüm bürokratik işlemleri hallettikten sonra
vizeyi aldım. Bodrum’da yaşanan sel felaketi nedeniyle iki gün ertelediğim kısa
turuma bayramın ilk günü çıkabildim.
Rotam Bodrum-Kos-Kalimnos idi. İki gece Kalimnos’ta kalıp
oradan Leros’a geçecektim. Bir gece kaldıktan sonra da Leros-Kos-Bodrum
rotasıyla dönecektim.
|
Bodrum'dan Kos'a perşembe sabah 09:30'da kalkan feribota bindim. Liman ofisimin ikiyüz elli metre ilerisinde |
|
Kos'a yaklaşırken bizi yağmur karşıladı |
|
Kos limanın durumu... Bodrum'dan buraya gece yola çıkıp varmaya çalışan kaçak göçmenlerden maalesef buraya kendileri değil, patlak botları, batık tekneleri ve can yelekleri gelenlerin malzemeleri |
|
Kos'tan Akyarlar'ın görünüşü |
İki ada için yazacaklarımı bir yazıya sığdırmam mümkün
değil. O yüzden önce Kalimnos’u anlatayım, bir sonraki yazıda Leros’u anlatır
ve genel bir toparlama yaparım.
Kalimnos’un latin harfleriyle yazılışı Kalymnos, Grek alfabesiyle ise Κάλυμνος. Osmanlılar zamanıdaki adı ise Kelemez ve
Kilimli. Ada deyim yerindeyse üzerinde ot bitmeyen bir ada. Tamamen kayalık. Bu
özelliğinden dolayı da dünyanın önemli kaya tırmanışı –climbing- merkeziymiş.
Miş diyorum çünkü benim gideceğim yer hakkında önceden okuyup bilgi sahibi olma
gibi bir alışkanlığım yok. Ama döndükten sonra mutlaka okuyor, araştırıyorum.
Böylesini tercih etmemin nedeni, okuduklarım ile gördüklerimi birleştirebilmem.
Kos-Kalimnos feribotundaki sırt çantalı gençleri görünce anlam verememiştim.
Aralarında kalabalık bir İsrailli ve İtalyan grup vardı. Bu tarihte niye tatile
Kalimnos’a geldiklerini anlamadım. Ama adaya varıp otele yerleştikten sonra
akşam yürüyüşe çıktığımda her şey anlaşıldı. Kaldığım Massuri bölgesi meğer
dünyaca bilinen tırmanma bölgesiymiş. Ayrıca adanın bir diğer özelliği deniz dibi dalışı -scuba diving- için uygunluğuymuş. Ben ne deniz dibine indim, ne kayalık tepeler tırmandım, sıfır rakımda, uzo ve meze üzerine çalıştım.
|
Kalimnos, Turgutreis ile Gümüşlük'ün karşısına denk geliyor |
Kalimnos’un limanı Kos'a doğru bakan bölgede bir koy. Taa uzakta Datça'nın yüksek iki dağı görünüyor. Benim
kaldığım bölge ise tam arkada, Talendos adasına karşı, biraz önce yazdığım gibi adı Massuri bölgesiydi. Kimseye danışmadan, booking.com sayesinde sitelerde
gezinerek konum ve bütçe konularını kıyaslayarak MassuriBlu diye bir otel
buldum. Tam onikiden vurmuşum. Otelin yeri, personeli, temizliği şusu busu
istediğim, beklediğim gibiydi. Hayal kırıklığı yaşmadım.
Önce şunu söylemem lazım, Kalimnos’u çok sevdim. Volkanik, kayalık yapısı
ilgimi çekti. Yeşile aşık olanlar için asla uygun değil, ama beni hiç rahatsız
etmedi. İtalyanlardan kalma bir yapı üslubu var gibi. Bir süre İtalyan işgalinde
kalmasından olabilir belki, incelemek lazım. Leros’un evleri biraz daha
Bodrum’dakilere benziyor ama Kalimnos’un yapı kimliği, sokakları falan bana farklı ve çok
zevkli geldi. Leros’ta hakim renk mavi/beyaz mesela. Kalimnos’ta farklı renkler
de görüyorsunuz. Fotoğraflardan fark edeceksiniz.
Kaldığım otelin konumunu anlatan bir iki kare koyuyorum, deniz ile
ilişkisini iyi anlatıyor. Deniz, içine girene kadar ne kadar muhteşem olduğunu
saklıyor. Ancak girdikçe şaşırıyorsunuz. Bana öyle oldu. Karşıdaki Talendos
adasına karşı yüzmenin tadı çok başka. Adanın suya yansımasının deniz rengine
etkisini hayran oldum. Gayet rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, Akdeniz ve
Ege’nin bir çok yerinde şahane denizlerde yüzdüm, beni en çok etkileyen deniz
burası oldu. Temizliği, pırıllığı zaten müthişti de asıl karşıdaki adanın
heybeti ve ona deniz yüzeyinden, sıfır kodundan bakmanın yarattığı duruma
çarpıldım galiba.
|
Odanın balkonundan Telendos adasının sol yarısı görünüyordu |
|
Gece hali |
|
Otelin balkonundan aşağıya bakış. Deniz bu kadar yakın yani |
Massuri sahili, adanın diğer bölgelerindeki gibi iskele, beton platform
falan olmadan yürüyerek denize girebileceğiniz, doğal haliyle korunuyor. Beach
saçmalığı yok. Hiç bir yerde müzik çalmıyor. Hele bu mevsimde çıt çıkmıyor.
Yüzerken sadece kulaç sesinizi duyuyorsunuz. Yine mevsimin mükemmelliğinden
olsa gerek çocuk yok. Olanlar da Türk değildi, dolayısıyla bağırıp çağırmıyor,
ağlamıyorlardı. Ve tabii denizden sahile bağırarak “yapma annecim, etme
babacım” diyen ebeveynler de yoktu. Bu format Türk ailelerine özgü bir format
ve yazın insanı bulunduğu yerde olmaktan pişman ettiren güruh. Ada ile aramızda
-de ki- 15 mil var ama aramızda asırlar kadar medeniyet farkı var. Bu konuya
–yani coğrafi olarak bu kadar yakın olan iki
halkın, hayata bakışındaki temel ayrımlara- bir sonraki yazının sonunda,
toparlama bölümünde değineceğim. Şimdilik geçiyorum.
24 Eylül Perşembe öğleninde vardığım Massuri’de biraz dinlenip doğru denize
indim. Acıkan karnımı sahilde, şezlonga servis veren bir mekandan aldığım
sandviç ve bira ile bastırdım ki akşama yer kalsın. Tatillerde rejim yapmam. Ekmek,
unlu gıda, makarna vs. yememem lazım. Kızartmadan mümkün olduğunca kaçınmam
şart. Glisemik endeksi düşük gıdalarla beslenmeliyim. Yani kızarmış patates
asla yememeliyim mesela. Dört günlük tatilde hepsini yedim. Tatilde rejim olmaz. Bodrum’da
eski beslenme sistemime dönüyorum zaten
|
Otelin bulunduğu Massuri bölgesinden... |
Yunanistan’ın en sevdiğim adetlerinden biri olan siestaya yazları Bodrum'da mümkün
olduğunca uyum göstermeye çalışsam da işlerin yoğun olduğu dönemlerde mümkün
olmuyor. Ama Yunanistan’da yapılan tatil tam bu iş için. Ritüele uyduktan ve odamın kepenklerini kapatıp uyuduktan sonra etrafı keşif için yürüyüşe çıkıp, akşam
yemek yiyeceğim Aegean Tavern’e gideceğim saate kadar vakit geçirmek istedim.
Bu restoranı çok kişiden duydum, hepsi de önerdi ve hiç kötü bir şey
söylemediler. Massuri’yi teftiş ettikten ve güneş batışına vurulduktan sonra
bir bara oturdum. Bizim Yalıkavak’taki Sandıma Bar’ı bilenler varsa şunu
belirteyim. Hani neredeyse Sandıma’ya paketle Kalimnos’a kur. Atmosferi bu
kadar benzeyebilir. Doksanların başından kalma, üstü çiçekli desenli şiltesi
olan bambu koltuklar, üstü camlı bambu masalar falan. Begonviller altında
sevimli bir mekandı, orada bir kadeh viski içip iyice iştahımı açıp Aegean
Tavern’e yollandım. Şimdi bakın, bizim memlekette mekanlarda eğer tek
başınaysanız sizi arkalara, tuvalet yanına atarlar. Çünkü kafa aile yapısına
şartlanmıştır, aile değilseniz sizde bir melanet olabilir. Siz efendi efendi
içip, dört–beş kişilik masada bir küçük rakı iki mezeyle oturup kavga çıkaran
aileden de daha çok hesap ödeyip, arıza çıkarmadan kalkarsınız o ayrı. Ama teksiniz ya pek hoş
karşılanmaz. O akşam gittiğim mekanda ise bence oranın en güzel köşesine tek
kişilik bir servis açmışlardı. Fotoğrafını koydum.
|
Bizim Yalıkavak'taki Sandıma'ya hatırlatan Fatolitis |
|
Tek kişilik masam. Mekanın en güzel, manzaralı köşesiydi |
|
Bu kare pekala Bodrum'dan olabilirdi |
|
Massuri'de restoranlar doluyordu |
Yediklerime gelince. Gurme değilim. Onunla şu, bununla bu daha iyi gider,
şuna şöyle pişirme yakışır konularında bilgili olduğumu söylemem.
Şaraptan anlamam. İyisi gelirse, içince damağıma iyi geliyorsa severek, lezzet
alarak içerim ama şarap konusunda bilgim yoktur. Cabarnet ile Merlot farkını
bilmem, isimlerini bilirim. Ben rakıcıyım. Onunla iyi giden meze ve yemekleri
severim. Özellikle meze ve deniz mahsullerinden çok yediğim için diğer
yemeklere –mesela et, kebap- oranla daha bilgiliyim. Çünkü çok denedim.
Özellikle Bodrum’a yerleştikten sonra Ege coğrafyasının çok iyi
restoranlarında, balıkçılarında defalarca yedim. O yüzden yediklerimi
kıyaslayacak kadar lezzet biriktirdim. Damağımda, beynimde onlar kayıtlı.
Mekana gelince buraya fotoğrafların koyduğum, iki soğuk, iki sıcak meze ile ahtapot ızgara
istedim. Bruschetta benim damağıma çok uygundu ve burada hiç yemediğim bir
çeşitti. Esmer ve lezzetli bir ekmeğin üzerinde domates, az soğan, üstünde
kopanasti peyniri, sardalya ve yeşillik vardı. Sardalya ile kopanastiyi bir arada ilk defa yedim. Ardından Yunan mutfağının
klasiği “saganaki” geldi. Saganaki genellikle peynirle yapılan, servis
sırasında üstüne konyak, brandy dökülüp yakılarak sunulan bir meze. Kabaca
şöyle tarif edebilirim, yağda kızartılmış, yumurtalı una bulanmış feta (bir tür beyaz peynir sayılabilir) veya
kasseri (yağlı taze kaşar gibi) peyniri ile yapılan, harika bir rakı –pardon- uzo mezesi. İsteğe göre
içine karides falan da konuluyor ama ben sadesini seviyorum.
Sonra gelen tarama bence oldukça kötüydü. Bana çok light geldi. Bodrum’da
Gemibaşı’nda yediğimiz taramadan sonra ı-ıh dedim, iki kaşık aldım bıraktım.
Ispanaklı peynirli börek geldi, o fena değildi. Fotoğrafını çekmemişim. Ahtapot inceden hayal kırıklığı
oldu. Neden derseniz, sunumuna şaşırdım. Ahtapot ile soğan ve yanında kızarmış
patatesi yadırgadım. Ve dedim ki burası turistik bir yer, belli. Ertesi gün
Kalimnos limanında basit bir meyhanede yediğim ahtapot olmasaydı iyi ahtapot
yemedim diye üzülürdüm. Ahtapotun yumuşak halinin ızgarasını sevenler için
zaten Yunan usulü pişirme uygun değil. Uzun uzun anlatmayayım, temel fark şu.
Ahtapot orada güneşte kurutuluyor, bizde sirkeli suda haşlanıp yumuşatılıyor.
Orada deniz suyuyla hafif kaynadıktan sonra vantuzlarıyla birlikte ızgara
yapılıyor. Daha sert oluyor. Tabağınıza geldiğinde ise üzerinde hafif bir zeytinyağı gezdirmenin
haricinde hiç sos olmuyor. İşin uzmanları sadece güneşin de yetmeyeceğini, Ege
rüzgarının da lezzete katkısı olacağını söylüyorlar. Yani diyorlar ki
Selanik’te yediğinle Kalimnos’taki aynı olmaz. Tabii böyle yapılan ahtapot
hayli tuzlu oluyor, benim gibi tuz ile vedalaşmış biri için çok fazla geldi.
Tamamını bitiremedim, o kadar büyüktü. Aslında şunu belirtmem lazım, biz burada
küçük tabaklarda mezeye alıştık ya, orada da aynı beklentiyle ilk akşam
yukarıda saydıklarımı sipariş ettim. Gelen porsiyonları görünce eyvah dedim
bunların bitmesi mümkün değil. İki hatta üç kişi yiyebilir. Aklınızda olsun,
eğer adalara giderseniz benim gibi ilk gün hata yapmayın az çeşit söyleyin. Bir
20’lik lacivert etiketli Barbayanni marka uzo ile geceyi bitirdim. O akşam
ödediğim para aslında iki kişilikti. Mekanda iki üç masa Türk vardı. Zaten iki kadehten sonra bağıra bağıra konuşmalardan ve arada “yapma annecim”lerle belli
oluyorlar. Tabii hepsi böyle değil, arada sakin iki çift de vardı. Yaygaracıları konuşmasalar bile tanımak zor değil. Hani polo tişörtün yakası
kalkmış, sol elde çakmak, Marlboro ve iPhone taşıyıp, istesem buraları satın
alırım havasındaki tiplerden söz ediyorum. Bunların bir de puro içenleri var ki
en fenası.
|
Saganaki (sahan) |
|
Bruschetta |
|
Tarama |
|
ve ahtapot... |
O akşam asla kötü demeyeceğim, ama offf ya harikaydı da diyemeyeceğim, vasatın
üstünde bir yemek yedim desem doğru bir saptama olur. Sıradanın bir tık üstü
derler ya işte öyle.
Ertesi gün bir taksiye atlayıp öğlene doğru merkeze, limana indim. Taksici
konuşkan ve dindar biriydi. Konuşmasını tamam da dindarlığını nereden anladın
derseniz iki gözlemimi oldu; birincisi dikiz aynası ve etrafındaki ikonalar,
patrik resmi falan. Diğeriyse yol boyu en az on kere istavroz çıkarmasından.
Kutsal bazı bina veya mahallerden geçerken sağ elle istavroz çıkarıyordu.
Lafladık. Derken bizin Bodrum’daki Arka Pizza’nın sahibini tanıdığından, onlar
geldiğinde hep kendisinin gezdirdiğinden söz etti. İnerken 12 yuro ama sana 10
yuro “arkadaşım” dedi ve ekledi, “allaismaladik”.
Ben ilk kez gittiğim yerlerde öyle müze, katedral, kilise falan gezmem.
Pazar yerini gezerim. Ara sokaklara dalıp kaybolurum. Mahallelerde dolanırım.
Esnafın gittiği kahvelere otururum. Paris’e eskiden çok giderdim, Mona Lisa’yı
onuncu gidişimden sonra gördüm. Eyfel’e daha çıkmadım mesela. Yani öyle klasik
tur turisti gibi elde makina kilise fotoğrafı peşinde değilim. Üstelik dini
mekanlar zaten ilgimi çekmiyor. İşte böyle sokaklar arasında gezinip
Kalimnos’un merkezini, liman bölgesini tanımaya çalıştım. Gerçekten çok sevdim.
Dinginliğini, sokaklarını, evlerini, sokakların Ege’ye açılmasını. Tabii ki
Bodrum’dan izler buldum. Ya da şöyle söylemem daha doğru, Bodrum ile benzeşen
yanlarını yakaladım. Ki zaten benim hayran olduğum coğrafyada bunlar var ve
onun için buralarda geziniyorum. O yüzden beni kimse artık orta Avrupa’ya
götüremiyor. Şu saatten sonra Prag, Budapeşte, Viyana falan, o kasvet ve grilik tahammül
edebileceğim şeyler değil.
|
Yürürken burayı gözüme kestirmiştim... |
|
Tanıdığa denk geldim |
Zevkten dört köşe olmuş vaziyette epey bir zaman yürüdükten sonra hem yorulmaya
hem acıkmaya başladım. Turlarken gözüme kestirdiğim bir meyhaneye oturdum.
Limanda, denize karşı, tekneleri seyrede seyrede, bir kaç yaşlı Kalimnos’lu, işe öğle arası vermiş iki kadın ve bir çift turist ile dört masaydık. Öğlen içki
içmem. Eski İstanbullu hayatımda iş yemeklerinde bazen zorunlu kalınca bir kadeh
şarap veya birayla oynardım. Ama hem iklim anlamında hava hem ruh anlamında
havam o kadar yerindeydi ki niyeti bozdum. Bir Greek salata, bir Simi karidesi
kızartması ve bir ahtapot ızgara ile son yıllarda yediğim en lezzetli, en keyif
aldığım yemeklerden birini yaşadım. Oturduğum yerden Kos’u, Kos’un ardında Datça’nın
“gocadağı”na bakarak o 20’lik uzoyu bitirdim. Neler geçti aklımdan... Bodrum’a
ilk gelişim. Annemin Akyarlar’daki evi sayesinde Bodrum ile artan muhabbetim.
Akyarlar’da Kos’a karşı içtiğim rakılar. Acaba o ada nasıl diye düşündüğüm
zamanlar. Datça ile tanışmam. Datça yolculuklarım, orada kurulan sofralar,
yapılan sohbetler. Bodrum’a taşınmam. Ve işte o anda başka bir mekanda
hayatımın son yirmibeş yılının en güzel zamanlarını geçirdiğim üç yeri
bir anda, bir kadrajda görerek uzo içiyordum. İyiydi yani. Ben de iyi oldum. Otele dönüp hafif
çakır keyif siestaya yattım. Zaten mekanda benden başka kimse kalmamış herkes
siestaya çekilmişti.
|
Siesta saatinde... |
|
Siestada sokaklarda çıt çıkmıyor. Nasıl güzel bir durum anlatamam... |
|
Yemek yediğim mekanın içi. Kışın da gelip burada oturacağım |
|
Evlerin önlerinde masalar, iskemleler görüyorsunuz. Yazın sıcakta hayat sokakta geçiyor, kapılar açık ve sokaklar evin yaşam alanının bir parçası. Ben geçerken siesta zamanıydı |
|
Greek salad. Çoban salatasının feta peynirli, zeytinli hali |
|
Lisede pek hayırla anmadığım Pisagor'un sıvı halini çok sevdim |
|
İşte bu ahtapot mükemmeldi. Deniz, yosun ve ahtapot tadı hep birlikte damağınızda |
|
Bizim çimçim karides dediğimiz, adalıların Simi karidesi dedikleri çıtır karidesler |
|
Öğle uzosu içen Kalimnoslular. Yüzü bana dönük olanı bir yerden tanıyacağım dedim çıkaramadım. Sanki Mahmut Kaptan'a gelmişti. Dur bakalım, çıkar bir şekilde |
|
İşte o kişilikli, dar Kalimnos sokakları |
O akşam yine Yalıkavak’taki Sandıma’ya benzettiğim Fatolitis’e uğradım.
Burayı baba-kız işletiyor bir de yardımcıları olan bir kız daha var. Bahçeye
girerken patron elini kalbinin üzerine götürüp selamladı, baş hareketiyle
tanıdığını belli etti. Akşam yemeği için karşıdaki Telendos adasına geçecek ve
orada tüyosunu aldığım salaş bir meyhaneye gidecektim ama öğlen o kadar yemişim
ki pek halim kalmadı. Dedim ya öğlen içmem de, o da kesti mi nedir derken yine
de yürüyerek iskeleye vardım. Yarım saatte bir dedikleri bot servisi yolcu
yokluğundan bir saate çıkmış ve ben iki dakika ile botu kaçırmışım. Bir saat
beklemenin gereği yok dedim, geri döndüm, Panos’a oturdum. Burası da sevimli,
iddiasız bir tavern. Farklı renkteki tahta iskemleleri, tahta masalarıyla sıcak
bir atmosferi vardı. Müşterilerin hepsi gençti ve gördüğüm kadarıyla çoğunluğu
kaya tırmanması için gelmiş İtalyanlardı. Buranın da işletmecileri baba-kız idi
ve benden başka uzo içen yoktu. Hatta burası tavern değil de İtalyan restoranı
mı, yanlış mı gördüm dedim. Garson kıza uzo var mı dedim, göz kırptı, bir kadeh
getirdi. O akşamı da peynirli bir saganaki ve yoğurtlu pancar salatasıyla
birlikte üç kadeh uzoyla bitirdim. Öyle ahım şahım bir yer değil ama tabii kötü değil. Zaten hiç bir yer kötü değil. Bu konuya da değineceğim.
|
Oteldeki odamdan |
Kalimnos ve özellikle kaldığım bölge olan Massuri’de servis elemanlarının
açık arayla fazlası genç kızlardı. Alışveriş yaptığım bakkal kadındı. Derken bu
durum dikkatimi çekmeye başladı. Kadınların ne kadar hayatın içinde olduklarını
gördüm ve eskiden bizde de –bu kadar olmasa da- hayatın içinde olduklarını
hatırladım. Şimdi artık kadınlar gittikçe hayattan çekildiler. Onüç yıldır
yaşadığımız kabus onları eve kapattı. Orada dedim ki, iki din arasındaki uçurum
bunlara sebep oluyor. Biri hayatın öbür tarafta olduğunu, bu dünyada iman edip
biat etmeyi önerirken diğeri inanç ile bu dünyadaki hayatı ayırmıyor. Cehennem
ikisi için de var ama birisi bu dünyayı da –benim bakışıma göre tabii- cehenneme
çevirebiliyor. Neyse, herkesin inancı kendine. Benimki gözlem. Ben de kendi
bakışıma göre yaşıyorum.
Ertesi sabah kahvaltımı yaptıktan sonra toparlandım ve önceden beni alması
için sözleştiğim, o taksi şoförü –ki adı Yannis’ti- ile limana gittim. Yaşlı bir kadın durakta otobüs bekliyordu. Onu da alalım dedim, meğer teyzesiymiş, hoşuna gitti. Yol boyu
yine lafladık. Teyzesinin şeker hastalığından tutun, kendisinin uzoyu kaçırmasına
kadar. İşte bir örnek daha şimdi. Adam çok dindar, eli ya arabanın vitesinde ya
gövdesinde istavroz çıkarıp duruyor ama akşamları uzosunu içmesine engel değil.
Çünkü dinleri müsait. Alkol yasak değil. Hatta şarap kutsal bile galiba. Limana
vardığımda bir kahve içip beni Leros’a götürecek feribotu bekleyeceğim dedim. Arabayı
yolun kenarında öylece bıraktı, çantamı kaptı, bir kafeye götürdü, kafenin
sahibine benim arkadaşım, iyi servis yapın gibisinden bir şeyler söylemiş
olmalı ki kafe sahibi Yanni seni çok sevmiş dedi. Peş peşe iki espresso ile
kendime geldim ve o sırada katamaran da limana yanışıyordu. Bindim. İstikamet Leros
dedim.
Leros bir dahaki yazıya...
Süper, devamını bekliyorum.
YanıtlaSilSerdar bey, ne güzel bir gezi olmuş. Notlar için teşekkürler. İki çocuklu olarak dikkatimi çekiyor ister istemez o ''türk aile vs yabancı aile'' durumu. Çok sıkıntılı bir halimiz var sahiden.
YanıtlaSilHenüz Kos'a bile gitmedik ,belki Kalimnos'dab başlarız ada turlarına. Teşekkürler.
Serdar bey, çok güzel anlatmışsınız, Kos'a gittim sizinle aynı tarihlerde, ama siz bu işi aşmışsınız seneye kalimnos'la leros hedefim oldu, sağlıklı bir yaşam dilerim
YanıtlaSil