Kalymnos'tan Leros'a.

Kalimnos limanında iki espresso ile kendime geldiğim sabah feribot limana yaklaşırken ben de iskeleye yürüdüm. Beni Leros’a götürecek feribota bindim. Yaklaşık 35-40 dakika sonra Leros’a vardık. Kalimnos’un limanından sonra gördüğüm Leros manzarası adanın küçüklüğü hakkında fikir veriyordu. Kalimnos’un mimari yapısıyla Leros’un yapısı oldukça farklı geldi. Komşu iki adada bu kadar farka şaşırdım önceleri. Leros evleri daha çok bizim Yalıkavak, Türkbükü’nün evlerine benziyor. Ama bu dediğim yanlış anlaşılmasın, Leros’ta site yok ve anlatmak istediğim Yalıkavak ve Türkbükü’nün siteleşmeden önceki, yani yirmi yıl önceki halleri.

Kalacağım bölge Pantelis bölgesiydi ve adanın Yalıkavak’a ve Didim’e bakan yüzü diyebilirim. Bu koydan bir sonraki büyük koy ise Alinda bölgesi ve zaten ada bu iki koyda yoğunlaşmış. Önce şunu belirtmek isterim ki bayram nedeniyle kaldığım bölge Türkbükü’ne dönmüştü. Eğer bunu bilseydim muhtemelen Leros’u bir başka sefere saklardım. Türkübükü’nde –ağırlıklı olarak motor yatlarıyla- gezinen tayfa burayı keşfetmiş meğer. Tahmin edeceğiniz gibi benim sevmediğim, polo yaka tişörtünün yakası kalkık, purolu tipler, topuklu ayakkabısıyla Zodiac bottan inen orası burası yapılı, sarıya boyalı saçlı kadınlar vardı ve ben bunlardan kaçmıştım. Ne yapayım ki başa gelen çekilir dedim ve neyse ki eğlence tanrısı –adını bilmiyorum ama Yunanlılarda mutlaka vardır bir tane- bana acıdı ve beni o akşam bulunduğum meyhanede bir kutlamanın içine düşürdü.

Pantelis'in genel görünüşü
Odamdan Pantelis sahilinin görünüşü
Maviye boyalı, değirmenin solundaki bölüm kaldığım oda
Önce kaldığım otelden başlayayım, sonra akşamı anlatırım. Otel Pantelis bölgesinin en tepesine varmadan, ortalarda ama yine de yüksek bir bölgedeydi. Böyle olması normal çünkü artık kullanılmayan değirmenden otele çevrilmiş. Rüzgara açık bir tepede olduğu için de hem serindi, klima açmadım, hem mükemmel manzarası vardı. Otele dair fazlaca fotoğraf göreceksiniz. Bunu özellikle yaptım çünkü bir Yunan ve Ege kimliği en basit bir otele –otel dediğime bakmayın sadece beş oda- nasıl yansıtılır, buna çok iyi bir örnek. Otelde kahvaltı, yemek şu, bu yok. Odada fırın ve her tür mutfak malzemesi var. Uzun süre kalanlar için bire bir. Sahil aşağıda, inerken kolay da çıkarken çok kolay değil. Hele Ağustos sıcağında düşünemiyorum. Ama bir daha gitmek isterim. Çünkü çok kişilikli bir odaydı ve o yatakta uyumak, uyandığında küçük pencereden lacivert Ege’yi seyretmek bütün zorlukları unutturuyor. Eğer kediyle başınız hoş değilse sakın gitmeyi denemeyin çünkü ev sahibinin on taneden fazla kedisi var ve kediler o kadar alışmışlar ki odalara girip çıkıyorlar. Yani kahvaltı dahil değil ama kedi dahil sistem.

Odanın girişi



Uzun süre kalacaklar için mutfakta her türlü malzeme mevcut

Odanın balkonundan...
Odama yerleştikten sonra sahile inip hafif bir sandviç ve birayla karın açlığımı bastırdım. Tatilde olan Türkler’i izledikten sonra denize girmeden siesta saatinde gerisin geri yokuşu tırmanıp odama çekildim. Bodrum’da yaşayan biri için denize girmek birinci öncelik olmayabiliyor.









Bodrum'u hatırlatan dar sokaklardan geçtim
Leros’ta bir gecem vardı. Bu kadar kısa sürede adayı keşfetmek mümkün değil. Araba veya motor da kiralamadım çünkü kaldığım odanın keyfini sürmek istemiştim. Siestadan sonra güneş henüz batarken aşağıya, sahile yürüdüm. Artık çoğu yerin kapandığı Leros’un bu koyunda kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra akşam yemek yiyeceğim Apostolis’e gidip kumlar üzerindeki masama oturdum. Karşımdaki yedi-sekiz kişilik masaya tekneyle oraya gelmiş bizim milletin elemanları geldi. Solda bir masa da bizdendi. Onun solundaki masa da öyle. Dedim ki ben nereye geldim? Neyse, biraz vızıklanan velet olmasa çok rahatsız edici bir durum yoktu ama asıl arzu ettiğim şey olan ada halkıyla bir arada olamamaktan dolayı hafif üzüldüm. Tekne sahiplerinden birinin diğerine sıktığı, Leros’ta fırtına palavralarına istemeden kulak misafiri oldum. Sanırsın Ege’nin en berbat fırtınalarından birini atlatmış, 24 saat cebelleşmiş… öyle anlattı yani. Sert denizci abi, garsonun getirdiği uzonun derecesine bakıp bu beni bozar, çok sert, daha hafifi yok mu deyince beni bir gülme tuttu doğrusu.


Amca güneş batarken balkonda uzosunu koymuş...

Pantelis sahilinden
Bu pansiyon Bodrum'da da olabilirdi mesela. Ya da biz artık mavi/beyazın uyumunu unuttuk mu? Pembe söveler, alüminyum küpeşteler, camekanlı balkonlarla bu kimliği yok ediyoruz
Bir dahaki sefere burayı deneyeceğim
Apostolis'te masama oturduğumdaki durum. Sonra bu masaya bizim vatandaşlar geldi. İçlerinden biri illa yeşil Efe istedi. Yeni Rakı'ya razı oldu. Ben gittiğim ülkede oranın içkisini tercih ederim. Adalarda sadece uzo ve onların yerel biralarını denedim.
Ben masamın uzosu Barbayanni’nin Afrodit’i ile –laf aramızda 48 derece, güzel bir tanrıçaydı- söylediğim kılıç balığımı yiyip belki bir duble daha içip otele dönmeyi planlarken, arkam dönük oturduğum meyhanenin geniş balkonundan gelen, mikrofona ses provası için söylenen “saa, saa, çık çık” sesiyle irkildim. Canlı müzik olan mekanlara gitmem, ne yediğimi anlarım, ne yanımdakiyle konuşabilirim. Hele kalabalık mekanlarda kafayı bulup masa üstüne çıkan kadın görüntüsüne tahammül edemiyorum. Eyvah dedim, canlı müzik var. Ayağa kalkıp arkamı bir döndüm ki keman, klavye ve buzuki gelmiş ses provası yapıyorlar. Kocaman bir U masa kurulmuş millet tertemiz giyinmiş, masaya kurulmuşlar. Belli ki bir durum var. İş değişti tabii. Klavyeye çöküp arabesk ya da dinlemekten kaçtığım, Bodrum’un “biiçlerinde” bangır bangır bağıran Türk pop müziği çalacak değillerdi ya. Derken buzukici Vamvakaris’in en sevdiğim parçalarından biriyle giriş yaptı. Benim yemek bitmiş, kumsaldaki masamda otururken Apostolis’e dedim ki bana yukarıya bir iskemle ile bir sehpa koyup, bir de 20’lik daha açar mısın? Tabii ki dedi ve müzisyenlerin karşısında bir yere çöreklendim. En sevdiğim müzikleri, gayet de iyi yorumlayan ekip ile kadehler çok uyumlu gidiyordu. Ege böyle bir şey işte. Hiç tanımadığım ülkenin insanlarıyla bir anda aynı şarkıya tempo tutuyorsun. Derken masada yeterince uzo tüketildikten sonra müzisyenler ritmi hızlandırmaya, zeybekikoya, hasapikoya ve sonunda sirtakiye geçiş yaptılar. Davetin sahibi Manolis ve genç eşinin kutlamasıymış, benim bütün şarkıları bilmeme, ritm tutmama bakıp hadi sen de gel dansa dediler. Onları izleyip biraz öğrendim ama asıl ikinci şişe bitip de Manolis evde kendi yaptığı grappayı getirip ikram ettikten sonra sirtakiyi yedim yuttum. Ya da bana öyle geldi orasından emin değilim. O gece tam bir sürpriz oldu benim için. Geç saatlere kadar Leros’lularla kol kola dans ettim. Sonra artık iyice yorulunca, yukarıya otele tırmanacağımı da göz önüne alıp yavaştan meyhaneden ayrıldım. Sahilde yürüdüm biraz. 
Sonra otele vardım ve sabah denize girmeden feribota gideceğim için erken kalkmaya çabalamadan odanın keyifini sürüp, beni Kos’a götürecek feribota binmek üzere limana yollandım.


Fetalı, kaşarlı Kalamar ızgara
Kılıç balığı
Kalabalığa hayretle bakan bir arkadaş
Kutlama başlarken... Leros'lu ailelerin masası
Eğlenceyi kadınların dansı başlatıyor
Sirtaki yapanlar...


Sonunda gençler, o gece dans eden en yaşlıya eğilidi. Ya da bilmediğim başka bir nedeni vardı, öğreneceğim
Tam zamanında, Patmos’tan gelen ve bizi aldıktan sonra Kalimnos, Kos, Simi, Rodos rotasını yapacak feribot epey kalabalıktı. Kos’ta indim ve bir saat sonra kalkacak, beni Bodrum’a götürecek bizim Asım Kaptan feribotuna bindim. Kos’ta Lale ve Ertuğ pasaport bölümünde beni bekliyorlardı. Birlikte şahane bir havada, açıkta oturup Ege güneşi ve rüzgarına doya doya Bodrum’a döndük.

Ertuğ ve Lale ile Kos'ta karşılaştık
İki adada geçirdiğim üç gece dört gün sonundaki izlenimlerimi toparlamak istiyorum. Hani klişe bir laf vardır; İyi ki adalar bizde kalmamış, oraları da buralara benzetirdik. Bu o kadar doğru bir laf ki anlatmaya çalışayım. Birilerini kızdıracak olabilirim ama önemli değil. Çünkü gözlerimle gördüğüm şeyler bunlar. Ve tarafsız, körü körüne bir inanca bağlı olmadan yapabildiğim gözlemlerden çıkardığım sonuçlar.

Kos'a götürecek feribot yanaşırken
Bodrum yarımadasından Leros'a varan kaçak göçmenler, önde tek bir polis eşliğinde kayıt altına alınmaya götürülüyor
En temel fark dinden kaynaklanıyor. İslamiyet hep buradaki hayatımız bitince gideceğimizi söylediği öbür dünyada asıl bizi bekleyen bir cennet/cehennemden söz ediyor. Bu dünya bir sınav. Bu sınavdan başarıyla çıkarsan öte tarafta iyi bir hayat, cennet bekliyor. Dolayısıyla bu öğretinin temelinde bu dünyanın geçici olduğu yatıyor. Asıl öbür taraf önemli ve sen orada cenneti hakketmen için bu dünyada bazı zevklerden, şundan bundan mahrum olacaksın. İbadet edeceksin, öğreti ne diyorsa ona uygun yaşayacaksın. Biat edeceksin, cennete hak kazanacaksın. İçki günah. Öyle yazıyor. Ama tadında içmeyi bilince rakı çok güzel bir şey ve bu hayattan zevk almana destek oluyor. Bir ritüeli var. Onu biliyorsan rakı sofraları hem dostluk meclisi hem bir hayat okulu olabilir. Yanında yediklerin, dinlediklerin filan… Keza şarap da öyle. Başka bir ritüeli var. İşte bazılarının “zıkkım” diye tanımladıkları bu iki meret adada yaşayanların inancına göre günah değil. Bizde -eğer inanıyorsan- haram.

Kadınların hayata karışması konusu da önemli. Bizde son on yılda İslami inanca bağlı olduklarını söyleyen siyasetçilerin yarattığı bir ortam var. Bizim mahalle baskısı dediğimiz. Kadını eve kapattılar. Gittiğim iki adadada genç kızlar garsonluk yapıyordu, bakkalda kasada kadınlar vardı. Bodrum’da bile -ki İç Anadolu ile kıyaslanmaz- mekanlarda çalışan kadın sayısı hızla azaldı. Kadın ile birlikte hayatı paylaşmayan toplumlarda kavga, patırtı eksik olmaz. Adalarda çok dikkatimi çeken bir unsur da bu oldu. Yine dine bağlanıyor aslında. Geçen yazıda aktardığım taksici Yannis tipik bir örnek. Yol boyu kutsal mekanların önünden geçerken istavroz çıkaracak kadar ortodoks. Ama sohbet esnasında uzoyu bazen kaçırdığını, şarapın daha hafif olduğundan söz etti. Benim anlayışıma göre içki içen insan içmeyenden makbuldür.



Adaların korunmasına gelince. Hayat tarzı olarak İslamiyeti benimseyen ama aslında daha çok betona tapan bu siyasetçiler ve rantçılar oldukça tabii bizim sahillerin onların sahilleri gibi kalması, korunması mümkün değil. İki adada da bir tane bile site yok. Atina ve Selanik gibi şehirlerden denize girilebildiğinden ve oralara yakın çok sayıda ada olduğundan buralara yazlık siteler yapılmamış olabilir. Ama bakın ne diyorum, iki büyük şehirden denize girilebiliyor. Ben çocukluğumda İdealtepe’den, gençliğimde Fenerbahçe’den denize girdim ama hadi şimdi girin. Bodrum’un ikinci ev –yazlık- deposu olması bu yüzden. Şehirlerde girebileceğiniz deniz kalmadı. Ama ne olursa olsun iki adada site olmamasını önemsiyorum. Yaşayanlar da bir örnek evlerde oturmanın sıkıcılığını biliyor olmalı.

Adaların geçimi turizmden. Balıkçılığın, zeytinciliğin falan turizm yanında lafı edildiğini sanmıyorum. Hele Kalimnos’un kayalık yapısında ot bitmiyor, nerede kaldı tarım yapılacak. Ama buna rağmen bir tane büyük otel yok. Tatil köyü yok. Koylarda denize sıfır, sahili betonla kapatıp iskele kondurmuş bir tane tesis yok. Sahil herkesin. Şezlong parası diye bir şey yok. Sadece belli kira karşılığı belediyeden kiralanmış tesislerde yiyip içmeden yatarsan 1 EU alıyorlar. Başka adalarda daha pahalı olabilir, bilmiyorum. Ama havlunu ser yat, kim ne karışır. Belli bir imar planı olduğu çok belli ve herkes buna uymuş. Sen benim kim olduğumu biliyor musun meselesi orada da vardır belki ama bizdeki kadar sökmüyor anlaşılan ki gözü rahatsız eden binaya rastlamadım.

Yunanistan'ın her yerinde, bu küçük kilise maketi gibi şeylerden çok görürsünüz. Eğer bir araba yolu, asfalt kıyısındaysa orada kaza yapıp hayatını yitirenin hatırasına yapılmıştır. Bu da muhtemelen o evde yaşayıp göçen, inançlı birinin adına yapılmış

Yiyecek içecek konusu başlı başına inceleme ve yazı konusu. Kısaca değineyim. Hiç bir yerde kötü bir şey yemedim. Vasat dediklerime bakmayın, hepsi İstanbul’daki sözüm ona balıkçılara fark atar. Biz Bodrum’da çok iyisine alıştığımız için bu ukalalığı yapıyorum. Yoksa burada yaşamamış, İstanbullu Serdar olsam hepsine balıklama atlardım. Fakat asıl önemlisi bütün mekanların bir kalite çizgisi tutturması ve onun altına inmemesi. Üstüne çıkan oluyor, bu da mükemmel bir durum. Taksi şoförüne bana Pantelis’te restoran önerir misin dedim. Öneremem, hepsi iyidir dedi. Burası turizm bölgesi, sıkı denetleniyorlar ve iyi olmak zorundalar dedi. Sihirli kelime “denetim”. Bunu politik davranmak için söylemediğini düşünüyorum. Kos feribotunda sohbet ederken Lale aktarmıştı; Leros'ta yemek yediğim Apostolis ile geçmişte sohbet etmiş. O da aynı şeyi söylemiş. Hemen solundaki Zorba için kötü bir şey söyleyemem, hepimiz bu köyün çocuklarıyız ve hepimiz iyi olmak zorundayız demiş. Hadi diyelim o sahildeki iki mekan. Arka sokaktaki de iyi. Ara sokaktaki de öyle. Mesela servis konusunda bizden çok daha iyiler. Biz derken genel ortalamadan söz ediyorum. Mahmut Kaptan veya Gemibaşı ya da Berk Balık’taki aldığımız iyi servisi söylemiyorum. Üstelik beni o mekanda kimse tanımıyor ve de yabancıyım. Bir daha geleceğim bile şüpheli. Gelelim fiyat konusuna. En kritik konu bu. İçki bizden çok ucuz (yarı yarıya) olduğu için bir kere sırf bu yüzden fiyat aşağıda kalıyor. Yemekler şimdi Euro 3 TL’yi geçince eskisi kadar ucuz sayılmaz ama geçen yaz cennetmiş hakikaten. Fakat daha önemlisi şu ki girdiğin mekanda kazıklanmayacağını biliyorsun. Nasıl biliyorsun? Çünkü bizdeki gibi masanın bir fiyatı yok. Bilirsiniz, bizde yesen de yemesen de o masanın bir taban fiyatı vardır, sen yedikçe üstüne eklenir. Adalarda böyle bir şey yok. Gönül rahatlığıyla her yere gidebiliyorsun. Tabii ki sahilde kumsaldaki masada yediğinle üç sokak arkasındakinde ödediğin aynı değil, olamaz. Ama arada fahiş fark yok, bunu söylemek istiyorum. Öyle yarı yarıya falan değil. Üstelik o arka sokaktaki de çok iyi yemekler sunuyor. Konu bu.

Bira ile pek aram yoktur ama bu birayı sevdim
Sirtaki konusunda az da olsa başarılı oldum mu acaba? Bir dolar fena bahşiş değil
Pantelis kırmızı toplu iğnenin olduğu bölge. Mavi daire de benim şu anda olduğum yer
Adalara gitmek için niye bu kadar beklediğimi bilmiyorum ama geçen yazının başında değindiğim gibi, her şeyin bir zamanı var. Benim için de uygun zaman demek ki şimdilermiş. Çok memnun kaldım ve bu yazıyı yazdıktan sonra önümüzdeki haftalar için tekrar feribot saatlerine, otel sitelerine bakacağım. Bodrum’da yaşamaya başladıktan sonra nasıl ki kışını daha çok sevdiysem adaların da yaz dışı zamanlarını daha çok seveceğimi biliyorum. Sonuçta aynı coğrafyadayız. Her gün ofiste kafamı kaldırdığımda Kos’u görüyorum. Artık haritaya baktığımda Kalimnos ve Leros ile ilgili fikir sahibi olduğumu fark ediyorum. En kısa zamanda oralardan yine fotoğraflar, anlar ve anılar paylaşmayı istiyorum.


Ege güneşinin selamı var…

Bu da Leros akşamından kalan bazı kısa filmler...

Yorumlar

  1. Dionysos...

    Dionysos, Yunan mitolojisinde dans, müzik ve eğlence tanrısı. Şarap dahil.

    YanıtlaSil
  2. üstadım harika bir anlatım yüreğine sağlık

    YanıtlaSil
  3. Eski bir değirmen olan (sizin kaldığınız) otelin adını yazabilir misiniz?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?