Bodrumlumavihayat blogumdaki yeni yazı; Hisarönü Körfezi'nde dokuz günlük seyir.

Bu yazı, www.bodrumlumavihayat.blogspot.com adresindeki denizle ilgili notlarımı anlattığım blogumdan alınmıştır.

Haziran ayında başlatılan, adına “kontrollü normalleşme” denilen ama özü “saldım çayıra mevlam kayıra” olan tedbirleri boşlama operasyonundan sonra Bodrum’da kalmaktan çekiniyordum. Önceleri makul bir kalabalık vardı, ortalıkta pek dolaşmadan idare ediyorduk. Fakat Temmuz ayı gelince sıcaklarla beraber gelenler de arttı. Ve derken işin çivisi çıktı. Mekanların büyük çoğunluğunda insanlar dip dibe. Hele bar veya kulüplerden paylaşılan fotoğrafları görünce anlıyorsunuz ki kontrol iyice elden kaçmış. Böyle olunca biz de hazırlıklarımızı, yazı daha çok denizde geçirmek üzere yaptık.

Temmuz ayının ortasına kadar yapılacak işlerim vardı. Sonrasında denize açılmak üzere iki arkadaşım Ahmet (Kurşuncu) ve Nejat (Şehsuvar) ile sözleştik. Kumanya alışverişinden sonra 19 Temmuz Pazar günü rota Knidos dedik ve halatları çözdük. Bu sefer Hisarönü Körfezi’nde seyir yapmak istedik. O tarafları çok iyi bilmiyordum, daha önce bir kez gitmiş, bir kaç kez de Datça’ya kadar seyir yapmıştım. Aslında bu yazın rota planında Fethiye’ye kadar inmek var. Fakat hem Göcek’in Temmuz-Ağustos aylarında aşırı kalabalık, hem de çok sıcak olması nedeniyle Fethiye’yi Eylül ayına bıraktım.



Gümbet'ten çıkınca yelkenleri açtık.
Ekip: Ahmet, Nejat ve ben
Cevval ve şen balıkçılar
Bu yıl korona nedeniyle Yunan adalarına gitmek –henüz- mümkün değil. Limanlar kapalı. Bir çok kişi, aile veya arkadaş grupları da kalabalık oteller yerine tekne tatilini tercih edecek diye tahmin ediyordum. Bu iki unsur birleşince bizim koyların her zamankinden çok daha kalabalık olması beklenen bir durumdu. İşte bu verilere bakarak ilk molayı Knidos’ta verip Hisarönü Körfezi’ne giriş yaptık. İzlediğimiz rotayı etap etap, aşağıdaki Navionics haritasında görebilirsiniz.


Knidos bin kere de gitsem asla bıkmayacağım büyülü bir coğrafya. Düşünsenize, iki bin altı yüz yıllık bir kentin antik limanında bir iskeleye bağlanıyorsunuz. Yüzerken antik tiyatroyu seyrediyorsunuz. Akşam Kos ile Nisyros arasından güneş batarken Datça yarımadasının en batı noktasındaki Deveboynu fenerini ve ardındaki müthiş manzarayı izliyorsunuz. Güneş batıp da mehtap çıkarken, buzdan buğulanmış rakı kadehinizi buradan gelip geçen denizcilere, bu coğrafyada binlerce yıldır yaşayan Egelilere kaldırıyorsunuz. Belki Efes çok daha müthiş bir antik kent ama Knidos’un büyüleyiciliği deniz ile iç içeliği ve bir biçimde hala yaşıyor oluşu.


Knidos burnunu dönerken


Knidos'ta iki bin altı yüz yıllık tiyatroya karşı yüzmek müthiş bir duygu


Aradaki bağlantıyı Knidoslular yapmış. Aslında karşısı adaymış. Sağdaki askeri, soldaki ticari liman. Bizler ticari limana bağlanıyoruz.


İlk akşamımızı rakı balık akşamı haline getirelim dedik. Ertesi sabah Glaros’ta kahvaltımızı yapıp iskeleden ayrıldık. Rotamız dokuz günlük bir seyiri kapsıyordu ve böyle uzun gezilerde ilk veya ikinci gün mümkün olan en uzak noktaya gitmeyi tercih ediyorum. Henüz yorulmamış ve güneşten, denizden gevşememişken uzun seyir yapmak daha kolay. Sonra o noktadan geriye, başlangıç noktasına kısa etaplar halinde dönmek yormuyor. Ama tabii en yakın iki nokta Gümbet-Datça yarımadası olunca, gidişte ve dönüşte ilk ve son gün 25 mili göze almak lazım.

Glaros Knidos'ta


Knidos'tan ayrılırken


Bencik Koyu



İkinci sabah rotayı Bencik Koyu’na tuttuk. Üçüncü gün için hava raporu kuvvetli rüzgar veriyordu. Yer yer –gece de dahil- 30-32 knot esecek havada bir koyda kalıp sallanmaktansa çok daha kapalı bir koy olan Bencik’i tercih ettim. Bencik bu kıyıların karaya en uzun giren koyu. Bir tür fiyort. Bir buçuk mile yakın içeriye giriyor. Her havaya kapalı, korunaklı bir koy. E tabii böyle olunca denizi cam gibi değil. Çünkü su pek hareket etmiyor, dibi çamur. Ama gerçekten çok sakindi ve iki gün çok rahat ettik.


Arada maillere bakıyorum, yapılacak işleri yapıyorum

Deniz suyuna denizci işi makarna

Kos'tan gelen nimet

Nejat Usta'nın elinden makarna





Glaros Bencik'te
İki günün sonunda, koya girerken gözümüze kestirdiğimiz, hemen koyun ağzındaki Dişlice Adası’nda yüzme molası verip devam ederiz dedik ama ne mümkün. Küçücük adanın rüzgar altı bölümü koca guletlerle kapılmış. Bize demir atıp yüzecek yer kalmamış. Adanın önü hemen derinleşiyor. Kırk metreye demir atmaktansa devam edelim dedik, Bozburun yarımadasının Hisarönü Körfezi’ne bakan koylarında yüzmeyi tercih ettik.

Uzunbahçe ve Germe Koylarında molalar verdik. Uzunbahçe koyundaki yapılaşma dikkatimizi çekti. Orada eskiden bildiğim bir Fisher Mehmet vardı. Onun devamına, denize sıfır evler yapılmış. Önlerinde iskeleleriyle gayet güzel bu evler oraya nasıl kondu orasını bilmem. İmar barışı vs. diye diye bir kılıfı bulunmuştur elbet.

Dişlice Adası


Uzunbahçe Koyu



Bozburun Germe Koyu
O gün öğleden sonra, akşam bağlanacağımız, Orhaniye’deki Pixies Club iskelesine varmadan Selimiye Koyu’na bir girip çıkalım dedik. Selimiye her gidişimde bozulma hızından üzüntü duyduğum bir yer. Hep kışın veya sonbaharda arabayla gideriz. Bu sefer yapılaşmayı denizden görme fırsatım oldu. Sahile biraz yaklaşınca burnuma güneş kremi kokuları geldi. Arada bir de puro mu koktu yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Koyun hemen girişinde sağdaki uzun kayalık şerit bir tekne parkına dönmüş. Elliden fazla tekne saydık. Hepsi kıçtan kara, %99’u motoryat olan teknelerde hayat belirtisi göremedim. Bazılarının içinde kaptanları, gemicileri vardı muhtemelen. Öyle sanıyorum ki sahipleri arada bazı hafta sonları geliyorlar, diğer zamanlarda ise tekne orada yatıyor.

Selimiye'de motoryat parkı

Selimiye



Pixies Club'un yanındaki Martı Marina. Marina oldukça boştu. Fiyatlar burayı da vurdu deniyor. Acaba Selimiye koyuna kıçtan kara bağlananlar buradan çıkan tekneler mi diye düşünmedim değil.

Pixies Club'un iskelesi



Neyse, Selimiye’yi ardımızda bırakarak koydan çıkıp Orhaniye’ye devam ettik. Bodrum’da yaşayan ama hiç karşılaşmadığım, Twitter arkadaşım Metin Solmaz Orhaniye’ye yapacağım seyiri okuyunca “Abi Orhaniye’de hemen Martı Marina’nın öncesinde Pixies Club adında bir yer açtık. İskelemiz var, rakımız ve mezelerimiz de var. Gelirsen sevinirim” diye yazmıştı. Ben de tamam dedim, hem böylece şeytanın bacağını kırar birlikte kadeh kaldırırız diye düşündüm. Metin ile benim rakı ajandasına çizdiğim karalamalar sayesinde tanıştık. O ajandayı, Rakı Ansiklopedisi’ni, Rakı kitabını ve daha bir çok kitabı yayınlayan ekibin başında geliyor. Şimdilerde Anason İşleri diye bir markaları var. Güzel, nükteli ve nitelikli işler yapıyorlar. E işin içinde rakı olur da benim ilgimi çekmez mi? Uzatmayalım, iskelelerine bağlandık. Mekan yüksek çam ağaçlarınan altında, o sıcakta serin kalabilen bir bahçe. Barı, restoranı, küçük plajı, iskelesi ile sevimli bir yer. Sağolsun Metin geliyoruz diye balıkçıdan günlük balıklar almış. Ortaya karışık balık yaptık. Barbun, mercan, çipuranın yanı sıra mezeler de geldi. Sohbet çok güzeldi. Rakı kursaktan yağ gibi kayıyordu. Gece kaçta bitti bilmiyorum ama masadan kalkıp Glaros’a gidip, pasarelladan geçip kamaraya yatabilmişim.







Ali Boratav'ın kitabından biraz rota çalıştım


Ertesi sabah yüzümü denizde yıkayıp, birkaç kahve ile kendime geldim ve Dirsekbükü’ne gitmek üzere hazırlık yaparken oradan gelen bir denizci aman dedi, çok kalabalık, seksen tekne saydım. Hemen rotayı değiştirdik. Hava yelkene çok uygundu. Bari yelkenin tadını çıkaralım deyip bol tramolalı seyir ile o akşam kalacağımız Hurmalıbük’e vardık. Hisarönü Körfezi dar olduğundan, Gökova’ya alışık benim gibiler için iki yaka arasında gidip gelerek tramolalı seyir yapmak ilginç oluyor.

Hurmalıbük’ü görmemiştim. Tek kelime ile bayıldım. Boştu, sakindi, üç dört tekneydik. Gece tam karşımızdaki ışıl ışıl olan mevkii neresi, burada öyle bir yerleşim yok diye düşünürken haritadan bakınca anladım ki orası Dirsekbükü ve ışıklar da teknelerin ışıkları. Hurmalıbük’ün sakinliğini tercih ettiğimiz için bir daha sevindim. Gece yıldızlara, sanki elimizle tutacak gibi yakındık. Alargada rakılarımızı koyduk, meze hazırladık, iki kadeh içince gündüz yaptığımız tramolalı seyrin de etkisiyle uyku bastırdı. Kamaramda tepe hatchten yıldızlara bakarken uyumuşum.

Hurmalıbük






Beşinci gün Kurucabük’ü rota tuttuk. Orayı da denizden görmemiştim. Yıllarca Bodrum’dan Datça’ya karadan giderken görüp imrendiğim bir koydu. Datça’ya hep sezon dışında gittimden sakinliği de beni büyülerdi. Tabii Temmuz ayında o akdar sakin olamazdı, olmadı da. Ama iyi bir yer bulup kıçtan kara bağlandık. Yanımızda demirli, çok lüks 35 metrelik gulette tatile çıkmış beş Rus turist de akşam ses yapmadılar.

İki şef iki ayrı yemek hazırlamaya giriştiler. Benzeşiyor mu dersiniz :)


Kurucabük


Yıllar önce karadan Kurucabük'ün fotoğrafını çektiğim bölge






Bu fotoğrafı yıllar yıllar önce Datça'ya arabayla giderken çekmiştim. Bir sonbahar günüydü, hava mükemmeldi, manzara şahaneydi. Buraya denizden gelmek de ne güzel olur demiş miydim acaba? Burası Kurucabük, buraya bağlandık.







Denize girdik, yüzdük, siesta yaptık, tam bir dinlenme oldu. Ekibin iki ferdi balığa meraklı. Ben balığı tabakta sevenlerdenim. Hiç balık tutma konusuna girmem. Ama Ahmet ve Nejat olta takımları, çeşit çeşit iğneler, şunlar bunlar ile hazırlıklı geldiler. Yolda sırtı yapıldı. Bağlandığımız koylarda dingi ile tur atıldı, oralarda da sırtı yapıldı. O kadar uğraş sonucu sadece 1 adet (yazıyla bir), 10-15 cm boyunda lokum balığı ile yetinmek zorunda kaldık. Rahmetli balık kendisi için hazırlanan pilaki malzemesini görseydi bayağı duygulanırdı. Sanırsınız iri levrek yakalandı da pilakisi yapılacak. Kafayı atınca avuç içi kadar kalan gariban balığı törenle yedik. Bana yanılmıyorsam bir adet tavla zarı ebadında balık parçası denk geldi. Tadı hakkında fikir beyan edemeyeceğim, yuttum gitti. Başka bir parça denk gelmeyeceğini bileydim mümkün olduğunca çiğner tadını anlamaya çabalardım.

Bizim şen balıkçıların tuttuğu iki balıktan biri (Nejat'ın mayosunun cebinden çıktı)

Bu da meşhur lokum balığı

Ve Ahmet'in başarısı; balıksız balık pilaki. Aradaki beyaz tavla zarı büyüklüğündeki parçaların lokum balığı olduğu iddia edildi.
Sonraki günümüzü Kargı’ya ayırmıştım. Geçen yaz Symi’den dönüp Türkiye’ye giriş yapmak için Datça’ya geçerken hava o kadar sıcaktı ki Datça limanında boğulmamak için havanın biraz serinlemesini bekledik. O sırada Kargı’ya demirleyip denize girmiştik. Denizi aklımda yer etmiş. Bu kez de bir gece kalalım denizine doyalım istedim. Kargı çok kalabalıktı. Sahildeki mekanlardan birinden gün boyunca müzik sesi geldi. Akşam da canlı müzik başladı ki en fenası bu oluyor. Masalar boş olsa da şarkıyı söyleyen biraz devam etti, sonra biz kendi müziğimizi açtık ne zaman bitirip sahneden indi farkında değildim. Datça’nın nüfus yapısı, özellikle son altı-yedi yıl içinde artan göçler ile epeyce değişti. Bunu merkezde açılan mekanların türünden, isimlerinden anlayabiliyorsunuz. Kargı ise daha farklı bir türün tercihi sanıyorum. Kampçı, yogacı, içsel yolculuk yapanların :) tercihi gibi görünüyor. Glaros’ta otururken koya yapabileceği son hız ile (tahminen 7 mil civarı) yelkenleri kapalı, motor seyri yapan bir yelkenli girdi. Hiç bir koya böyle bir hızla girilmez. Hele yelkenlilerin hiç girmemesi beklenir (motoryatlar bu konuda bazen görgüsüz olabiliyor maalesef). Baktım arkasında bir board çekiyor. Board üstünde bir kadın başaşağı ters durmuş yoga yapıyor. Koyu bu şekilde boydan boya geçerek sahildekilere kendilerini iyice gösterdikten sonra kadın düzeldi, dikildi, bitti. E bu neydi şimdi derseniz, yeni sürüm Datçalılara bir örnek derim.

Datça pruvamızda




Kargı

Kargı'da bağlandığımız yer çok güzel ve sakindi

Şen balıkçıların nafile balık turlarından





İlk planımızda Datça limanına girmek ve Cumartesi günü Ahmet’i orada indirip feribotla Bodrum’a dönmesini sağlamak vardı. Fakat Ahmet de bizimle birlikte Pazartesi günü dönmeye karar verince Datça’ya girmedik. Yıllardır Datça’ya gidişlerimde bir araya geldiğim Fevzi ile Datça’da görüşemeden dönmeyelim diye Pazar gününü Palamutbükü’ne ayırdık. Fevzi ile de görüşüp rakı sohbeti yaparak tatili bitirmek iyi olur dedik. Öğlen sularında Palamut’un limanına girip bağlandık. Karaya bir çıktık ki kalabalığa şaşırdık. Aynen Bodrum’da olduğu gibi maske takan sayısı azınlıkta, takanların doğru takanı da iyice azınlıktaydı. Herkes kendi havasında, korona diye bir konu bitmiş gitmiş gibiydi. Palamutbükü de maalesef hızla bozuluyor. Bundan sonra yazın gitmeyi hiç düşünmem. Geçerken açığa demirleyip yüzme molası vermek iyi olur. Ama karaya çıkmanın anlamı yok. Ekim ayı gelince olabilir. Bir de tabii biz her Şubat ayında bahar açan bademlerin peşinden giderken bir Pazar günümüzü Palamut’un tepelerindeki Çeşmeköy’de geçiriyoruz. Üstad Karakaya’nın (Nam-ı diğer Che) kulakları çınlasın. Biz limandayken bisikletiyle Üstad geçiyordu, seslendik geldi. Bir bira içip gitti. Ardından Fevzi ile Deniz geldiler. Üstad tekrar uğradı. Kahve falan derken akşam üzeri oldu, sıcak biraz azaldı, biz de yürüyüşe çıktık. Sailde bir mekanda bira içtik. Sonra bir başka mekanda hafif mezeli bir rakı sofrası kurduk. O öğlen siesta yapmadığımdan mı yoksa 8. gün artık yavaş yavaş yorulduğumdan mı bilmiyorum ikinci kadehte gözlerim kapanmaya başladı. İzin isteyip Glaros’a geçtim, kamaraya girdim, anında uyumuşum.

Palamutbükü limanındayız


Glaros Palamutbükü limanında

Eski dosta Fevzi ile Palamutbükü'ndeyiz. Fevzi görülmeden Datça'dan ayrılmak olmaz.





Ahmet, Nejat, Deniz, ben ve Fevzi ile Palamutbükü sahilinde rakı sofrasında

Palamut'tan ayrılırken


Ertesi sabah son günümüzdü, direkt Gümbet/Bodrum’a dönecektik. Hatalar silsilesi ile başladık. Birinci hatamız limandan ayrılmakta geç kaldık. Knidos’un hırçınlığını yeterince hesaba katmadım. Knidos erken dönülmeli. Biraz da Windy ve Windguru’nun kurbanı oldum denebilir. Verilere bakarak, rüzgarın en şiddetleneceği saatte varacağı en üst hıza inandım. Oysa ki daha önceden test etmiştim. Verilen rüzgar hızına minimum %15-20 eklemek gerekiyor. Üçüncü hatam Kos kanalından geçerken Datça’ya ve Gökova’ya yakın geçmeyi tercih etmemek oldu. Ortadan bodoslama gideriz dedim, 20-24 knot arası rüzgarda gidiyorduk da. Ama işte tam Kos’taki o burun ile Murdala arasında rüzgar 32 knot’a çıktı. Çıkacağını hissedip önce cenovayı sonra ana yelkeni küçültelim dedik. Orada da son hatayı yaptık, ağır davrandık, ciddiye almadık ve iskele vinç yeterince hızlı sarmazken sancak vinç cenovayı olması gerekenden hızlı boşlayınca yelken savrulmaya başladı. Ve yelkeni yırttık. Bu arada ana yelkeni saran halat sonsuz makaradan kurtuldu. Ana yelkeni de kapatamadık, o havada müdahale etmeme kararı aldım, motor ve açık ana yelken ile iki saat boğuşup Gümbet’e vardık. Sonu maceralı biten güzel bir dokuz gün geçirdik. Ve son gün Knidos dedi ki beni ciddiye al, bana saygı göster, sabah gün doğumuyla beni geç, gecikme.

Dönüş rotasında Knidos'u bir kez daha dönerken


Yırttık...
Denizle şaka da, lakaytlık da olmaz. Çok doğru. Neyse ki dersimizi fazla hırpalanmadan aldık.

Bu seyirle ilgili kısa video da YouTube kanalımda. Buraya alıyorum.


Bir sonraki yazı Mersincik Koyu’nda geçirdiğimiz dört şahane gün ile ilgili olacak.

Hayatınızdan mavi eksik olmasın.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?