Dört yılı ben Bodrum’da, ofis İstanbul’da idare ettikten sonra
geçtiğimiz şubat ayında ofisi İstanbul’a taşımıştım. Böylece her ay en az bir
kere düzenli olarak İstanbul’a gitmem gerekmez oldu. Bundan onbeş gün öncesine
kadar da iş anlamında kapsamlı bir projeye başlamamıştık, o nedenle yüz yüze
yapılması şart olan bir toplantı bahanesi de çıkmadı. Hal böyle olunca ofisin
eşyalarını getirmek üzere gittiğim İstanbul’dan döndüğüm 2 Şubat gününden beri
Bodrum’daydım. Ki bu da 86 gün ile en uzun kaldığım dönem oluyor. Derken bir
kaç projeye birden başlama ihtimali belirdi ve hemen başlanacak, büyük projenin
iyşvereni kurum ve yetkilileriyle görüşmek üzere 28 Nisan Pazar günü öğlen
uçağıyla İstanbul’a gittim. Neredeyse üç ay ortadan yok olunca eş dost ile
görüşmeden, sadece iş toplantısı yapıp dönmeyi de istemedim. Böylece iş
toplantılarını bir güne sıkıştırmak yerine üç güne yaydım ve akşamları
dostlarla, akrabalarla geçirme fırsatı yarattım.
Bu gidişimin en önemli farkı artık İstanbul’da bir ofisimin
olmamasıydı. Önceki gidişlerimde otele yerleşir, doğru ofise giderdim. Orada
işleri hallederdim falan. Şunu gördüm ki İstanbul’da ofis olmayınca yapacak iş
de olmuyor. Yani “iş” dışında ek işler çıkmıyor. Normal iş görüşmelerimi
yaptıktan sonra otele dönüp dinlenip akşam için çıkıyordum. Oysa ofis varken
ofisten çıkmak mümkün olmuyordu. Bu nasıl iş anlamadım.
 |
İstanbul'a iner inmez en sık karşılaştığım manzara bu oluyor. Öndeki aracın plakası... |
İlk toplantım Pazartesi sabahı 09:00’da olunca buradan yetişemem
diye Pazar öğlen gittim. Uçak Atatürk Havalimanı’na indiğinde beni limonata
gibi bir İstanbul havası karşıladı. Genellikle buradan iyi havada çıkar
İstanbul’da gri gökyüzü ile karşılaşırdım, bu kez öyle olmadı. Ve daha İstanbul
ne güzel falan demeden dehşet bir trafiğin ve pisliğin içinde buldum kendimi.
Bodrum’dan İstanbul’a bir saatte geldim, Yeşilköy’den Beyoğlu’na aynı sürede
gittim. İnanılacak gibi değil. Sebebine gelince; tam yeni İstanbul durumuydu.
Hava güzel olduğundan Bakırköy’den Yedikule’yi geçene kadar sahil yolu piknik
yapanlarla dolmuş. Bunlar oraya arabalarıyla geldiği için yolun sağ şeridi
iptal olmuş. Araya girip çıkan arabaların manevraları yolu tıkıyor ve kuyruk uzadıkça
uzuyor. O sıcak havada mangal kokusundan ve dumanından korunmak için bindiğim
arabanın camlarını kapattık. O derece rezil bir koku bütün çevreye yayılıyor.
Ailelerin hepsinde en az iki üç velet var, onlar da top peşinde. Bir yanda
mangallar yanıyor. Bir yandan da çoğu türbanlı anneler çocuklarını peşinden
koşturuyor. Gördüğüm manzara tam benim İstanbul’dan sıkılıp, görmek istemediğim
manzaraydı. Yeni İstanbul sakinleri bunlar. Bazıları diyor ki bu insanlar hafta
sonu deniz kenarına gitmesin mi? Böyle konuşanların ya gördüklerini anlamada ya
da olayları çözümlemede sorunları var. Kimse gitmesin demiyor. Belediyelerin bu
gibi etkinlikler için düzgün alanlar ayırması gerekiyor. Hatta mangalı falan da
koymalılar. Ama her aklına gelen her istediği yerde piknik yapamaz. Kent
kültürü buna izin vermez. Çevreye tavuk kanadı kemikleri ve yiyip içtiğinin
pisliğini bırakıp gidemezsin. Dünyanın sadece bizde ve bizden doğusunda istediğin
yerde mangal yakabilirsin. Mine Kırıkkanat’a kızıyordum, artık kızmıyorum. Bu
tip yeni İstanbul ahalisi yüzünden kimse bir saat araba içinde beklemek zorunda
değil. Ama durum bu. Bu tam da AKP’nin zihniyetinin yansıması. O zevksizlik,
kültürsüzlük, işgal güdüsü bunları yapıyor. Hem bunları düşündüm hem bu
şehirden beni kaçıran bu zihniyete teşekkür ettim. Sayelerinde Bodrum’dayım.
 |
Yeni İstanbul bu |
 |
Heykele ucube diyene buna ne diyeceğini sormak lazım. İstanbul sevgisi bu mudur? |
 |
Yeni İstanbul görüntüsü. Zevksiz ve kültürsüz mimar/belediye başkanının dikmekte olduğu köprü ve türbanlı kadın. |
Derken Unkapanı köprüsünden geçerken bu şehrin belediye başkanı
olan mimar efendinin yaptığı metro köprüsünü görüp dehşete düştüm. Bu ne çirkin
bir tasarımdır? O coğrafyaya, arkada Süleymaniye silüetine nasıl böyle ihanet
edilir. Ecdad, Süleyman falan diye mangalda kül bırakmayan bu cahil sürüsü
kalkıp Süleymaniye Camiinin silüetine en büyük saygısızlığı yapıyor. Bunlar kadar
cahil, görgüsüz, zevksiz kadro gelmedi bu ülkeye. İstanbul da bunlardan en
büyük payı aldı tabii. Neyse... Bu insanları görmediğim, bu zihniyetle her an
burun buruna olmadığım bir küçük kasabada yaşadığım için şanslıyım.
Pazar öğleden sonra İstanbul’a gelince Pazar akşamı bana kaldı.
Ben de o akşamı özlediğim bir mekanda özlediğim insanla rakı sohbeti yaparak
geçireyim dedim. Bebek’te yaşarken ayda üç beş kez Kuruçeşme’de Marina’ya
giderdim. Hem konumu müthiştir, hem de tabii mezeleri. Yıllar içinde gide gele
servis elemanlarıyla da şeflerle de sohbetim ilerledi. Özellikle sakin olan
Pazar akşamları gitmeyi severdim. Denizin üstünde, boğaza karşı rakı-balık
yapmanın ayrı bir yeri var hayatımda. İstanbul’un arada sırada sadece bu
kısmını özlüyorum. Yani boğazı ve boğaz kıyısında rakı-balık durumunu. Bunun
dışında hiç bir yanını özlemiyorum çünkü özlenecek hali gerçekten yok. Bitti.
Kalmadı.
 |
Boğazın konumunu en sevdiğim mekanlarından biri |
 |
Yurdaer Altıntaş ile boğaza karşı rakı muhabbeti yaptık |


İşte Pazar akşamı Marina’da hocam Yurdaer Altıntaş ile kafa kafaya
uzun uzun sohbet ettik. Oradan buradan lafladık. Daha önce birkaç defa yazdım,
hoca adı üstünde, 70’lerin sonunda 80’lerin başında benim hocamdı. Okuldan
sonra dostluğumuz kesilmedi. Yıllarca birlikte rakılar içtik, yurtdışı
seyahatlerde hep birlikte olduk, kah Sicilya’da şarap içtik kah Sarajevo’da bira
içtik. Sonra hoca Mimar Sinan’da grafik bölüm başkanıyken benim de dahil
olduğum eski öğrencilerinden birkaçını okula hoca olalım diye çağırdı. Şaka maka
sekiz dokuz yıl orada birlikte çalıştık. Sonra o emekli oldu ben de ayrıldım.
Bu arada nikah şahidim oldu. Şahitlik imzasını sıkı atamamış ki yıllardır
bekarım. Ben Bodrum’a taşınınca artık eskisi gibi görüşemiyoruz ama her
gidişimde aramaya, sohbet etmeye çalışıyorum. Bu sefer önceden planladım,
dediğim gibi uzun sohbet edebildik. Marina’nan hala devam eden eski
personeliyle kucaklaştık, Bodrum sohbetleri yaptık. Marina’nın eşi benzeri
olmayan kremalı közde patlıcanı ile lakerdası burnumda tütüyordu, ilk iş
onlardan duble duble söyledim. Güzel bir akşam oldu.
 |
Bazen kafelerde biraz biraz iş yaptım... |
 |
Bazen boğaza karşı rakı içtim |
Ertesi gün toplantıdan sonra otele dönüp, üstümü değiştirip turist
gibi kendimi yollara attım. Akşam bizim ekiple Sultanahmet’teki Balıkçı
Sabahattin’de buluşacaktık. Bunu fırsat bilip İstanbul’un o bölgesini turist
edasıyla gezdim. İçindeyken günlük koşturma hayhuyunda kaçımız Sultanahmet’i,
mesai saatinde, güzel bir havada gezme şansı elde ederiz ki? Ya da o saatlerde
boş kalsak Sultanahmet’e mi gideriz? Akşam rakısı ve sohbeti öncesi böyle bir
gezinti yaptım, ara sokaklara daldım. Ne kadar değişmiş oralar, hayret ettim.
Olumlu anlamda söylüyorum bunu. Çok güzel küçük oteller açılmış. Bir dahaki
gelişimde belki onlardan birinde kalırım. Artık ofis olmayınca ofise yakın
otelde kalma gibi bir zorunluluğum da yok.
 |
Turist gibi gezdiğim Sultanahmet |
 |
Tam şablon bir Ayasofya fotoğrafı |
 |
Sabahattin işinin başında |
 |
Sabahattin'in garsonları ekibi iyi tanıyorlar, rakıyı baştan bol getiriyorlar |
 |
Bu nasıl bir şeydir? Kadraja sığmayan çirkinlik |
 |
Lale Plak mağazası |
 |
O gün Dünya Caz Günüymüş. Vitrine bir hatıra yazısı yazdım |
 |
Gün ışığından feragat edip yerin altına indikçe ulaşımı rahatlatan sisteme metropol denir |
 |
Salı günü Beyoğlu sokaklarında gezindim |







Salı günü yoğun değildim. Kuzenim Hakan’dan söz ederim, Tünel’deki
Lale Plak mağazasını işletir. Ona uğrayıp biraz CD alışverişi yaptım. Ben buna
alışveriş değil de soygun diyorum. Üst katında ablası, diğer kuzenim Sema’nın
resim atölyesi vardır. Ona çıktım çay, kaşar peyniri, simit üçlüsünü hazırlamış,
bekliyordu. Ailenin en büyüğü annesi –yani halam- ve diğer kuzenim de gelince
kendiliğinden bir akraba sohbeti ortamı doğdu. O akşam da kuzenim Sema ve diğer
kuzenim Ayşe ile Safi Meyhane’de buluştuk. Buraya daha önce bir kere gitmiştim.
Yeni bir meyhane konsepti deniyorlar. Olumlu yanları olduğu gibi olumsuz
yanları da olması doğal. Herşeyden önce gençleri çekebilmek için dekorasyonu
çok uygun. Zaten yaş ortalamasının +30 olması iyi bir gösterge. Temizliğine laf
yok. Mezelerde yeni lezzetler denemişler. Bu da iyi, yenilik iyidir. Ama mesela
otları yapmayı bilmediklerinden midir nedir hiç tadı yoktu. Hem fazla haşlanmış
hem içine kırmızı biber falan ekleyince ot tadı gitmiş. Mekanın bir problemi,
dışarıda oturanların uğultusunun rahatsız ediciliği. Bu yüzden biraz erken
kalktık. Eğer gittiğiniz akşam dışarıda iki üç kalabalık masa varsa yandınız,
direkt içeri girin çünkü konuştuğunuzu anlamıyorsunuz. Ama böyle yeni nesil
meyhanelerin açılması –hele bu baskıcı muhafazakar ortamda- çok iyi. İçkiden
korkan insan hayatın tadını ıskalayan insandır. Onun için hayatın zevklerinden
olan rakıyı, şarabı falan tadını kaçırmadan içmek iyidir. İyi bir rakı
sofrasının sohbetinin hiç bir tarikat dergahında olabileceğine inanmam.
 |
Lale Plak önünde Dünya Caz Günü anısına... |
 |
Ailemizin büyüğü Sacide Atala |
 |
Kuzenim Leyla |
 |
Atölyesinde diğer kuzenim Sema |
 |
Safi Meyhane akşamı Ayşe ve Sema ile birlikte |
Ertesi gün öğlen uçağıyla Bodrum’a dönecektim ama o gün 1
Mayıs’tı ve otelim tam Tepebaşı'ndaydı, etraf polis ve panzerlerle sarılmıştı.
Ortalık karışmadan gideyim dedim ve erkenden yola çıktım. Florya’da oturan, bu
sefer anne tarafımdan kuzenlerime ve o tarafın en büyüğü dayıma uğradım. Bu
İstanbul seyahati bir bakıma akraba ziyaretine döndü. Aile, akrabalar ve arkadaş ilişkileri çok önem verdiğim
değerler. Benim hayata bakışıma göre yaşantım onlarla daha anlamlı oluyor. O
yüzden de ihmal etmemeye çalışıyorum. Birlikte geçirilen zamanlar iyi geliyor.
 |
1 Mayıs ve Şişhane |
Derken Bodrum'a döndüm, yeni projeye yoğun şekilde çalışmaya başladım. Ben buradan arkadaşlarım İstanbul'dan on-line olarak işi yürütüyoruz. Arada bir sunum yapmam gerekti ve geçtiğimiz hafta bugün -yani cuma günü - sabah İstanbul'a gittim, sunumu yaptım. Öğlen bu sefer Paris'ten tatile gelen amcam ile öğle yemeğinde Kanyon'da buluştuk. Orada ne işin var diyeceksiniz. Haklısınız, o tarz yerleri sevmem ama ikinci iş görüşmem orada olacaktı o yüzden gittim. Kitchnette'de atıştırmalık tabağı istedim. Ertesi gün sabaha kadar davul gibi mideyle gezdim. Muhtemelen artık pek kızartma yemediğim için ağır geldi. O gün akşama kadar beş-altı şişe soda içtim. Bodrum'daki beslenme düzenim ya sebze, ya balık, ya da arada tek tük kalamar kızartması olunca yediğim unlu ve kızartmalı yemekler rahatsızlık veriyor. İnsanın bulunduğu yeri sevmesine tipik bir anekdot anlatarak bu faslı bitireyim. Amcam Ahmet Benli kırkı yılı aşkın bir süredir Paris'te yaşar. İstanbul'u çok sever. Büyükada'da, Galata'da evleri var, yılın bazı dönemlerini artık burada geçiriyor. Kitchnette'de yemek yerken masamıza bir serçe geldi, bir parça ekmek verdim aldı uçtu gitti. Amcam ve eşi hop oturup hop kalktılar; bu ne muhteşem bir şey, kocaman bir metropolde serçe geliyor. İşte bu sadece İstanbul'da olur, burası harika filan... Çok doğru. Eğer bir yeri seviyorsanız orası size daha farklı görünür. Onlara İstanbul'un, bana Bodrum'un göründüğü gibi.
Bugün Cuma. Akşama bizim İstanbul ekibi bir yerlere gider. Ben de
burada Bodrum’un en iyi balık mekanlarında Gemibaşı’na gideceğim. Bu akşam da
kadehleri sağlığınıza kaldıracağım...
Blogunuzu ilgiyle takip ediyordum, Bodrum'a kaçışınız ilham veriyordu. Sürekli her şeyi eleştirmeniz hiç hoşuma gitmiyordu evet ama bu yazıda iyice çuvalladınız.
YanıtlaSilİnsanları dış görünüşü ile yargılayıp aşağılamak da ne oluyor? Türbanlı bir kadın çocuğunun peşinden koşuyormuş. Size ne? Bu insanlar her yerde varlar. Hepsini değiştiremeyeceğinize göre en sonunda atmosferin dışına çıkacaksınız sanırım. Mars tam size göre bir yer. Gidin güle güle yaşayın..
Tam de onlardan kaçtım zaten. Sizin gibiler de bu blogda ara sıra beni buluyorlar, size önerim benim yazılarımı okumayın. Böylece boşuna sinirlenmezsiniz. Bodrum'un atmosferinin bana iyi geldiğini geçmiş yazılarımdan anlayabilmiş olmalısınız, dolayısıyla Mars önerinizi değerlendiremeyeceğim
Silserdar bey iyi gunler ; Maalesef ist silueti artik resimlerde goruldugu gibi vede durmak yok yola devam!..umid edelim o sanat ile ilgisi olmayan, yasam zevki nedir bilmeyen eller Ege den uzak dursun..etrafta olan bitenlere " bize ne " yaklasiminda olan mentalite yuzunden bugunlere gelindigide bir gercek.
YanıtlaSilİyi günler. Sizinle aynı fikirdeyim, bunu anlatmaya çalışıyorum. Ama bazen de görüyorsunuz işte birtakım zihniyetler yazdıklarımı anlamıyor. İstanbul bu ülkenin göz bebeği. Tabii şimdiki zihniyetin elinde oldukça Araplaşıyor bu durum da onları rahatsız etmiyor.
Silvalla uzatmak gibi bir niyetim yok konuyu hersey acik aslinda..anlatilabilseydi, anlasalardi zaten bu goruntuler olmazdi bunlar tarafindan yonletilmeyede mecbur kalmazdik..memleketin yarisi maalesef sabun yapimlik!.Bu arada araplar dediniz; uzatmadan soylemem gerek; memleketi peskes cekip durdular onlara.suru sepet cocuk ile isgale ugrattilar canim istanbulu filan ; hilton'un taksi soforu anlatti yemin billah ediyor adam, odalarinda utu tahtasinda sucuk yapiyorlarmis utu ile!.
YanıtlaSildubaide yasiyoruz 6 senedir , iyi biliriz bu herifleri..insallah bu sene sonu yalikavak plase olacagiz temelli..tanismak uzere kalin saglicak ile..barlas balabaner
Siz de buraya yerleşerek kendinizi kurtaracaksınız. Bir an önce arzunuzun gerçekleşmesini dilerim.
SilEstetik ve saygıyı görmek için Mars'a gitmek gerekmiyor, keşke insanlar yaşadıkları anlara ve mekanlara sahip çıkabilseler sizin gibi... Mekanları güzelleştiren de çirkinleştiren de insanoğlu... Aynı insan güruhunu İstanbul'dan Bodrum'a getirin iki günde hallederler maalesef:( İnanın haftasonları ne boğaza, ne sahil kenarına gitmek istemiyoruz, sırf bu mangal dumanı ve şuursuz kalabalık yüzünden... Yaşanabilir bir dünya bırakmak bu kadar mı zor:(
YanıtlaSilSevgilerimle, Candan
Çok iyi saptamışsınız... Yaşanır kılan da bozan da insan. Teşekkür ederim.
SilCok guzel yazmissiniz. Uzun zamandir beynimde bir burgu gibi beni durten ve hic aklimdan cikmayan Bodrum'a yerlesmek dusuncelerimi beslemek icin aksam Bodrum'a Yerlesmek kelimelerini google ladim ve karsima sizin blog cikdi. Amerika'dan yazdiklarinizi okumak ve resimlere bakmak bana cok iyi geldi. Yaklasik 25 yildir Amerika'dayim, Ankara ve Istanbul'a gidip geliyorum. Datca'da da cok sirin bir yazligimiz var. Datca yazlari bir harika fakat Bodrum havaalaninda indikden sonra ya feribotla ya da otobusle Datca'ya gecmem gerekiyor, biraz zorlaniyorum. O nedenle yaz kis oturabilmek acisindan Bodrum'a yerlesmeyi dusunuyorum. Yazdiklariniz ve verdiginiz bilgiler bana ilac gibi geldi. Lutfen devam edin.
YanıtlaSilBu blogu açarken, Bodrum'a yerleşmeyi düşünenleri cesaretlendirmek, çeşitli nedenlerle erteleyenler varsa harekete geçirmek istiyordum. Zaman içinde bu işe yaradığımı görünce sevindim. Size de denk gelmem beni mutlu etti. Bol şans dilerim.
SilSerdar Bey merhabalar...
YanıtlaSilBelli ki bugün bir takipcinizce yanlış anlaşılmışsınız (biz niye doğru anlıyorsak sizi?).. Sağlık olsun, dediğiniz gibi sizi takip etmez olur biter. Anlatmak istediklerinizin ağırlığı malesef tatsız olsa da yine keyifle okuduk yazdıklarınızı. Şehrin içine etmek için eğitimli ya da eğitimsiz olmanın da bir önemi kalmamış gibi görünüyor. Tıpkı Belediye Başkanı gibi, tıpkı piknikci gibi.. Kötüyü başarmakta üstümüze yok kısacası...Velhasıl anlatacak elbette çok şey var ama yerimiz dar, neyse... Bu arada benim de bir dokundurmam olacak size. Yazınızın sonuna doğru editoryal sıkıntılar olmuş biraz. Bir asistan mı ayarlasak ne dersiniz? (Şaka şaka.. Samimiyetime inanacağınız düşüncesiyle böyle yazıyorum..) Sağlıcakla kalın...
Uyarınız için teşekkür ederim. Mevcut asistanın işine son veriyorum :) Bazen iki kere okuyorum yine hatayı göremiyorum. Bu iş uzmanlık işi. Eskiden gazetelerin mürettiphanelerinde, tashih yapan müsahhihler varmış. Şimdiki düzeltmenin işini yaparlarmış. Yazıyı kelime kelime tersten okurlarmış. Örneğin "Bugün meclis karıştı" cümlesini karıştı meclis bugün diye. Böylece beyin bir sonraki kelimeyi anlamlandırarak okumadığından hatayı fark etmek daha kolay olurmuş. Belki bugün de hala aynı yöntemi uygulayanlar vardır.
SilMine Kırıkkanat'a Yıldırım Türker'in verdiği ayar öğreticidir. (01.08.2005 - Radikal)http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=159792
YanıtlaSilEvet bu yazıyı çok iyi biliyorum çünkü Yıldırım Türker'li, Murat Belge'li kadro olduğu dönemde iyi bir Radikal okuruydum. Sonradan tabii bıraktım. O dönemde (2005) bu yazının altına imzamı atardım. Ama 2013 yılına kadar yaşadıklarımızdan sonra aynı fikirde değilim. Yavaş yavaş kaynamakta olan suyun içinde ne kadar ısındığını insan fark edemiyor. Dışarıdan gelip o suya elinizi dokununcu çok sıcak olduğunu anlıyorsunuz. Bodrum'dan İstanbul'a geldiğimde gördüklerim bana bunları hatırlattı. Yazıyı gönderdiğiniz için teşekkür ederim. O ayarı ben de çok severek okumuştum.
SilFarklı olanı anlayamama, anlamaya da çalışmama, onun koşulları ile ilgilenmeme ve dolayısıyla yabancılaşma, tehdit olarak görme, sonra düşmanlaşma. Elitist bir bakışla aşağılama. Modernliği şortla dolaşabilme, içki içebilme özgürlüğüne indirgemiyorsak eğer hiç de modern değiller. 2005'ten hemen önce darbe girişimleri ayyuka çıktı, sonra muhtıra verildi, 367 gibi bir garabet savunuldu, gazete kupürlerinden bir iktidar partisine kapatma davası açıldı. "Endişeli modern"ler etik kaygıların ve evrensel değerlerin taşıyıcısı olamadı. Olması da mümkün değil zira hem tamamen kendini bağladığı ve referans aldığı tarih sorunlu hem de bu nehirden çok sular aktı. İnandırıcı değil, argümanları zayıf, çelişkili ve müthiş bir dogma üreticisi...
YanıtlaSilHiç darbe savunmadım. Aynı şekilde siz de dediklerimi anlamaya çalışmadan etiketlemişsiniz. Neyse, bu blog tartışma platformu değil, Bodrum'daki hayatımı ve görüşlerimi yazıyorum. O yüzden yorumları yayınlamakla yetinmek daha doğru geliyor. Blogu izleyenler bu görüşlerden yararlanıyor olabilir. Bu da iyidir.
YanıtlaSilHaklısınız, karşılıklı fikir jimnastiği deyip geçelim. Yaşam tarzlarımız, hayattan aldığımız zevkler benzer, o nedenle bloğunuzu takip ediyorum ve takibe devam. Selamlar...
YanıtlaSil