Bodrum'dan Turunç, oradan Selimiye

Bugün Ekim ayına girdik. Geçen Ağustos ayı bitince bir el düğmeyi çevirdi ve bir anda sonbahar başladı demiştik. Gerçi sonra havalar yeniden ısındı ama o eski sıcaklığı kalmadı. Araya bir soğukluk girdi bir kere. Bugün de aynı el düğmeyi çevirdi ve yağmur yağdı, daha dün sabah denize girmiştim, bu sabah hava serinledi. Akşam kurusun diye mayomu bahçede bırakmıştım sabah bıraktığımdan daha ıslak şekilde içeri aldım.

Gerçi bu havalar böyle gitmeyecek, haftaya yeniden ısınıyor, 29 dereceyi göreceğimiz söyleniyor. Bayramda iyi olması buraya gelenler açısından da turizmciler ve esnaf açısından da önemli.

Bu yaz hızlı tempoda çalıştık. Mayıs ayından beri Bodrum’un dışına pek çıkamadım. Ağustos ayında bir gece kalmalı Alaçatı yapmıştım o kadar. Eylül ayı ile birlikte biraz dışarı çıkacak zaman yaratma şansım oldu. Bunu önce üç günlük Datça gezisiyle değerlendirmiştim (http://bodrumluhayat.blogspot.com/2013/09/datcaya-uc-gunluk-palamutbuku-tatili.html) . Geçtiğimiz Cuma işleri ayarlayıp öğlenden Turunç’a gitmeyi, orada bir gece kaldıktan sonra Selimiye’ye geçmeyi, orada da bir gece kalıp Palamutbükü’ne devam edip, denize doyup akşam beşbuçuk feribotuyla Bodrum’a dönmeyi planladım. Bunlar için öyle günler önceden plan falan yapmıyorum. Aklıma esiyor, işlere bakıyorum, sonra derhal bir program yapıp rotayı saptıyorum. Ardından kalacağım yerleri ayarlıyorum, gerekiyorsa feribota bilet alıyorum ve hayata geçiriyorum.

Bunu yapabilmenin birinci koşulu işleri ayarlamak ama en az onun kadar önemlisi yalnız olmak. Çünkü aile hayatınız varsa öyle aklınıza her estiğinizi hemen yapamazsınız. Siz işinizi ayarladınız diyelim, eşiniz, sevgiliniz çalışıyorsa ayarlayabilecek mi? Hadi ayarladı çocuk varsa okulu ne olacak? Daha eğitim yılının başında çocuk okulu mu kırsın? Haftasonu kayınvalideler gelebilir. Bacanak sıkılmıştır size yamanmak ister. Veya ne bileyim mesela Bodrum’da yaşıyorsunuz, baldızlar kalmaya geliyor olabilirler. Bodrum’da yazın evli çiftlerin boş kaldığını pek tahmin etmiyorum.

Her yolculuk yazısının ilk karesinde bagajı açık araba fotoğrafı koymak adetten oldu. Bu sefer yolculuk ofisin önünden başladı
Böyle aklına esip gitmek için işi ayarladınız, yalnız da yaşıyorsunuz diyelim. Bu durumda olup da yerinden oynamayan, adım atmayan çok insan var. Çünkü gezmeyi sevmenin yanı sıra daha önemlisi yalnız gezmekten tad alabilmek. Yalnız yaşamak kendi seçiminizse yalnız rakı içmekten de, seyahat etmekten de tad alabiliyor olmalısınız. Aksi halde yalnız olmazsınız.

İnsan tanımak zenginliktir. Nitelikli, candan dostlar edinmek ise çok büyük zenginliktir. Ama bir şey diyeyim mi; yalnız olmayı becerebilmek büyük nimettir. Birisi diğerinin yerini tutmaz. Yalnız olan insan eşi dostu olmayan insan anlamına gelmez. Hayatın her anının tadını çıkarabilen insan yalnız da olsa, dostlarıyla da olsa tadına varıyordur. Geçtiğimiz Datça seyahatini otuz yıllık dostlarımla yaptım, çok eğlendim, çok güldüm, çok mutluydum. Bu sefer aynı yerde tek başımaydım. Yarın yine yanımda bir sevdiğimle gideceğim diyelim. Palamutbükü’nden bu sefer daha farklı zevk aldım. Dedim ya biri diğerinin yerine geçecek şeyler değil. İkisinin yeri ayrı. Sadece demem o ki, bir yere yemeğe gideceksem, seyahate gideceksem illa birilerine ihtiyaç duymak zorunda olmadığım için kendimi şanslı addediyorum. Hangisinin daha iyi olduğu sorusu yanlış olur. Ruh halinize, o dönemki ortamınıza göre biri veya diğeri iyi gelebilir. Ben sevdiğim özel biriyle veya dostlarımla paylaşacağım bir çok güzelliğe sahip olduğumu düşünüyorum, bunları kendime saklamıyorum. Ama yalnızken de bu güzellikleri yaşayabiliyorum, depresyona girmiyorum. Demek istediğim bu.

İşte böyle iki günlük kısa ama dolu dolu bir program yapıp Cuma öğle saatlerinde ofisten yola çıktım. Bu blogu takip edenler biliyorlar, güney Ege’ye inmek için Bodrum’dan Akyaka’ya varmalısınız. Oradan sağa saparsanız Marmaris ve Datça’ya, burnunuzun dikine devam ederseniz Köyceğiz, Fethiye derken Antalya’ya inersiniz. Bu noktaya kadar da iki ayrı yoldan gidebilirsiniz. Biri geniş ve asfalt olan, tırmanma şeritli ana yol, diğeri Bodrum’un hemen çıkışından Kızılağaç’a sapıp gidebileceğiniz, yer yer köy yolu yer yer kasaba yoluna dönüşen Bodrum-Akyaka yoludur. Tartışmasız ikinci rota çok daha zevklidir. Ancak yaz ayları hariç. Dolayısıyla Eylül ideal bir ay demektir. Bodrum’dan çıkarken ikinci ışıklardan sağa girersiniz ve bir süre sonra bir dağı aşıp Etrim’e gelir köyün içinden geçip Pınarlıbelen’e varırsınız. Etrim’e inen yolda durup Garova’ya tepeden bakmanızı öneririm. Sonra yolda sırasıyla Yeniköy, Yukarı Mazı, Çökertme, Türkevleri, Ören, Akbük’ü geçip Akyaka’ya varırsınız. Bu yolun ne kadar süreceği size bağlı çünkü manzara ikide bir sizi durdurur. Ya tepeden Gökova’ya bakmayı canınız çeker ya yol denizin dibinden geçerken yüzünüzü Gökova ile yıkamak istersiniz. Yol aslında 125 km. Ama dedim ya ne kadar süreceği size bağlı. Üstelik tek şerit gidiş geliş yol ve yer yer iyi virajlı, yer yer dar. Diğer yol da 140 km civarı. Tabii bu rotadan daha çabuk geliyorsunuz çünkü 100 km ortalama tutturabilirsiniz. Ben çok gerekmedikçe ikinci yolu yani Bodrum-Milas-Yatağan-Muğla-Akyaka rotasını kullanmıyorum.


Farklı mavsimlerde bu ağacın önünden geçerken fotoğrafını çekiyorum. Bahar açmış, kışın yaprak dökmüş halleri vardı, bu da sonbahar hali
Tabii her geçişimde yine durduğum tepelerden biri. Yukarı Mazı'da. Tam karşıda Datça ve Kocadağ
Dedim ya bu yolda bazen tepelerden manzaraya doyamazsınız, bazen de böyle denizin dibinde mola verir Gökova'yı seyre dalarsınız. Hele gözün gördüğü mesafede kimse yok ve en yakın insan karşıdaki teknedeyse




İşte Cuma günü yine Kızılağaç’tan Etrim yoluna saptım. Hava şahaneydi. Hem yeni arabayı denemek hem de Gökova’nın tadını çıkarmak için bu yolu seçtim. Ören’e uğradım. Akbük’e tepeden baktım uzun süre. Oraya cennetim diyorum. Her geçişimde duruyor ve yine görebildim diye şükrediyorum.

Akyaka’da oyalanmadan Marmaris yoluna girdim. Yazın hiç geçmemiştim, en sonunda Marmaris girişindeki rampalarda yaklaşık dört yıldır çökük duran yol yapılmış. Marmaris’in içi yine felaketti. Her geçişimde hayıflanıyorum; böyle güzel bir coğrafya nasıl böyle katledilir diye. Ege’nin en güzel koyu diyebileceğim Marmaris koyunu, Marmaris’in içinde yaşıyorsanız çok az bir yerden görebiliyorsunuz. Çünkü sahile yapılan çok katlı oteller sizin havanızı da görüşünüzü de kesiyor. Üstelik hepsi birbiriyle çirkinlik yarışına girmiş rezil rüsva yapılar. Marmaris’in içinden geçtikten sonra İçmeler’e gelince yine yeşillik başlıyor. Ve hemen Turunç için rampaları tırmanmaya başlıyorsunuz. Bu yol şahane bir yol işte. Her virajdan sonra yeni bir tablo ile karşılaşıyorsunuz. Bir kaç yerde vayyyy dediğimi hatırlıyorum. Birinde de dayanamayıp durup, burada yer verdiğim İçmeler’e tepeden bakan fotoğrafı çektim. Çam ormanları içinde süren bu yolculuk yarım saat kadar sonra Turunç’a inerek bitiyor. 


Her geçişimde Gökova'nın bağrına sapladıkları bu hançeri yapanlara, izin verenlere lanet ettiğim termik santral
Bir süre sahili izleyen yol Ören'den sonra iç kısımlara giriyor ve bu sefer manzara böyle oluyor işte

Cennetim dediğim Akbük


Marmaris'e inerken
İçmeler'den sonra Turunç'a tırmandığım orman yolu
İçmeler'in tepelerinden Marmaris'e bakış. Bu güzelliğe karşı o çirkin yapılar insanın canını sıkıyor. Yine yapılar olabilir ama çok daha iyi planlanabilirdi
Turunç'a inerken. Taa uzaklarda Dalaman ve Fethiye hayal meyal seçiliyor
Kaldığım Han otelinden oda manzaram
Turunç’u hiç bilmiyordum. Daha doğrusu geçen yıllarda bir kere içinden geçerken durup beş dakika etrafa bakınıp devam etmiştik. Yani hakkında pek fikrim yoktu. Dostum Alp orada yaşıyor. Hem Alp ile bir akşam rakı sohbeti yapmak hem Turunç’u görmek için bu seyahate oradan başlamak istedim. Gün batımına doğru Turunç’a vardım. Alp sağolsun bana kasabanın merkezinde, denizin kıyısında temiz bir otel ayarlamıştı. Çantaları otele atıp Alp ile buluştuk ve kasabanın kurulduğu koyu neredeyse bir uçtan bir uca Alp’in rehberliğinde yürüdük. Gün battığında karnımız acıkmıştı. Üstelik onbeş günde sadece bir akşam rakı içmiştim, yani rakıyı da özlemiştim. Turunç belediye başkanının sahibi olduğu balıkçıya oturduk. Başkanın ısrarı ile ahtapot söyledik. Şimdi ukalalık gibi olacak ama biz Bodrum’da o kadar iyi ahtapot ızgaralar yiyoruz ki her yerde yemiyorum. Mesela İstanbul’da asla ağzıma sürmüyorum. Herşey yerinde güzel. Bodrum’da da lüfer yenmiyor. Bu iş böyle. Bodrum’dan geldiğimi öğrenince başkan daha da ısrarcı oldu. Peki dedik ısmarladık. Pişman olmadık, gayet iyiydi. Birkaç meze, kalamar tava ve üstüne beyaz lagos ızgaradan oluşan menümüz, deniz börülcesi hariç gayet başarılıydı. Laf lafı açınca 35’lik bitiverdi. Üstüne ayıp olmasın dedik restoranı 20’likle kapattık. Ama sohbet bitmedi. N’apalım dedik bir bara attık kendimizi. Ege beldelerinin kasabalarının barları neredeyse tıpatıp aynı. Merkezdeki büyük barlardan söz etmiyorum. Yalıkavak’taki barı al Turunç’a koy kimse yadırgamaz. Aynı İngiliz müşteriler, aynı müzikler. Açık TV’lerde Sky Sports yayını. Bütün Ege barmenleri seyrede seyrede rugby uzmanı oldular. Ver topu Maykıl’a... İlk gittiğimiz bar kaatıyoruz havalarına girince ikinci bara attık kendimizi. Tüm bu otel, balıkçı ve barlar toplam elli metre yarıçap içinde. Turunç’ta sahildeki kumsalın arkasında dar bir yürüyüş yolu var. Sonra tesisler yer alıyor. Arkada geniş bir ana cadde. Onun arkasında bir paralel cadde daha. İşte Turunç merkezi bu. Ben Turunç’u sevdim. Çünkü temiz. Çünkü sakin. Hiç bir mekanda müzik çalınmıyor. Daha doğrusu yandakileri bastıracak kadar volüm açılmıyor. Böyle olunca da dışarı müzik taşmıyor. Zaten oniki olunca müzik kesiliyor. Eğer mekanın içinde uygun yer varsa camekanlar kapatılıyor içeride devam ediliyor ve dışarı ses sızmıyor. Benim gibi gürültüden kaçan biri için bulunmaz bir nimet. Yazın da bu kural geçerliymiş. Ama tabi yazın, ben gittiğimde tek tük insanın geçtiği caddede yürünmüyormuş. İnsan seli bir aşağı bir yukarı yürüyüş yaparmış. Yadırgamadım, bizim burası da öyle. Bir de bildiğim kadarıyla Turunç’un sıcağı meşhurdur. Adamın ensesini yakan cinsten. Alp de oranın artık yerlisi olarak sabah çok erken denize giriyormuş ve sonra akşama kadar evde oluyormuş. Ben de ev-ofis düzeninde çalışırken öyleydim. Sabah denize girer, saat on oldu mu daha da dışarı çıkmadan evde çalışırdım, ta ki akşam gün batımına mızrak boyu kalana dek. Turunç ile iyi şeyler düşünürken Alp laf arasında “kasım ayı geldiğinde burada tek bir balıkçı, restoran falan kalmaz hepsi kapanır” deyince iş orada koptu. Yani benim için yaz kış yaşanacak yer değil dedim kendi kendime. Şaka bir yana bahar aylarında Turunç’u programa katarım artık, bu mevsimini çok sevdim.


Turunç'un istediğiniz her yerinden denize girebilirsiniz. Bu çok iyi

Turunç'ta da yapıların çoğu felaket. Marmaris mimarisi diye bir şey var. Balkonlu üçgen çatı katları ve her biri ayrı telden çalan renlerle çirkin binalar. Arada böyle nitelikli, iyi düzenlenmiş bahçeli siteler de gördüm



Rakı içerkenki manzarımız
Turunç'ta güneş tam karşıdan doğuyor. Ben hep karşıdan batmasına alışmışım, bu yön ilginç geldi

Turunç'un ana caddesi. Yazın tıklım tıkış olduğunu söylediler, şaşmadım

Koyun en sakin yerinde, üç bloktan oluşan otelin odaları deniz yerine birbirine bakıyor, merdivenleri ise deniz manzaralı. Muhtemelen Ege'nin en garip oteli. Bunun bir küçük versiyonu da Bozburun'da var. Deniz kıyısında ama hiç bir odası deniz görmüyor
Gece yattıktan sonra sabah gün doğmuyla uyandım. Güneş kaldığım odanın tam karşısına geçmiş gözünü gözüme dikmiş bakıyordu. Kalktım balkona çıktım. Turunç’un ilgimi çeken yanı güneşin denizin üstünden doğuşu oldu. Ben güneşin hep deniz üzerinden batışına alışmışım, bu çok garip geldi. Biraz sonra yüzümü yıkamadan suya bastım kendimi. Yüzdükçe akşamın yorgunluğu çıktı gitti. Buraların iyi yanı bu işte, sabah suya giriyorsunuz akşam ile ilgili hiç bir şey kalmıyor.

Kahvaltı yaptıktan sonra Selimiye’ye doğru yola çıktım. Bu seferki rotamın ilk beş altı kilometre kadarı hariç kalanını hiç bilmiyordum. Turunç’tan Amos üzerinden Kumlubük’e, oradan dağlara vurup, yer yer off road parkuru gibi yollardan geçerek Bayır’a varmayı hedefledim. Turunç-Kumlubük arasını biliyordum ama devamı tam sürpriz olacaktı. Oldu da. Yol tam sevdiğim tarzdı. Virajlı, dağlara tırmanan orman yolları. Kaç yüz metre yüksekliği çıktım bilmiyorum ama manzara nefes kesiciydi. Sonra kayboldum çünkü sağolsun Karayolları bu yolu sadece buralıların kullanacağını düşünmüş olmalı ki en ufak bir yönlendirme koymamış. Bir sapağa geldiğimde sola saptım. Yanlışmış. Tabii ki Turkcell çekmiyordu, arabının GPS sistemi de buralarda yol olmadığını iddia ediyordu. Eh soracak kimse, yoldan geçen bir araç da olmayınca hadi dedim ve toprak yollardan birine girdim. Biraz sonra karayollarının tabela çakmadığı yerde Orman İşleri’nin Dikkat Orman Yolu, Tehlike tabelasını görence hop n’oluyoruz dedim. Onbeş dakika kadar toz yuttuktan sonra arıcılık yapan bir amcaya denk geldim. Dedim ki Bayır’a bu yol gider mi? Gider, bir de yukarıda yol var dedi. Eğilip arabanın altına baktı, bu senin araba buradan gider devam et dedi. Ama bak iki kere sapağa gelecen sakın yanlış yola girme sonra kimse bulamaz seni diye ekledi. Benim kötü bir huyum var, yolu tarif edenlerin ne dediğini hiç anlamıyorum. Ya da iyi dinlemiyorum. Hele uzun yol tarifi varsa ilk sapağı hatırlıyorum sonrası iptal. İyisi mi ben geri dönüp diğer yolu seçeyim dedim. Tabii bunun için de bir tarif almam gerekti. Dişsiz amcanın dediklerini dinledim ama ilk sapaktan sonrasını yine unuttum, kendimi bir köy içinde buldum. Önce caminin imamıyla sohbet ettim. Eylül ayının sonunda orada ne işim olduğunu haklı olarak merak etti. Ben merak etmememe rağmen Uşak’lı olduğunu, yeni tayin edildiğini, çocuklarının okulunu falan anlattı. Onun tarifiyle bir yere çıkacakken iki sevimli amcanın evinin önünden geçerken el ettiler. Durdum. Muhabbet için el etmişler. Önlerinden beş defa geçince dikkat çekmişim tabii. Zaten başka araç görmeyeli birkaç gün olmuştur herhalde. Çay ikram ettiler. Yine ne işim var, nereye gidiyorum falan filan derken sonunda Bayır yolunu buldum. Meğer önünden geçmişim sapağın ama tabela yokmuş. Bayır ortasında koca bir çınarın yer aldığı meydanıyla sevimli bir dağ köyü. Orada durup çay molası verip, meşhur çam ve kekik ballarından alıp yola devam ettim.


Turunç'tan Kumlubük'e giderken


Kumlubük sahili. Deniz olağanüstü
Bu ibretlik bir kare. Soldaki büyük ve son derece kitsch yapı bir otel değil bir malikane. Sağdaki bloklar ise o malikanenin sahibinin misafirleri için yaptırdığı bloklar. Yaptıran kim derseniz, Ayhan Şahenk. Bu görgüsüzlüğü yaptırmış ama kısmet olmamış, kendisi hiç görmemiş diyorlar
Kumlubük Dyonisos'tan Bayır yönü için dağlara tırmanırken gittikçe yol daralıyor




Sonra yol kilometrelerce off road parkuruna dönüşüyor
Hedefim Selimiye idi ama Söğüt’teki Ahtapotçu Mehmet Usta’nın methini duymuştum, buralara gelmişken denemeden geçemem dedim ve yolu yaklaşık 38 km uzatarak Söğüt’e girdim. Söğüt’ün sahilini çok severim. Neyse ki bozulmamış. Ama tepelerde yapılaşma başlamış. Söğüt sessiz sakin bir balıkçı köyü idi. Şimdi artık orada da turizm başlamış tabii ama sahili koruduklarını görünce sevindim. Ahtapotçu Mehmet Usta’da küçük masaya geçtim, bir bira söyledim. Yanında bir küçük bacak ahtapot, salata ve sonra da kalamar tava sipariş ettim. Ahtapot iyiydi ama biraz önce söylediğim nedenden ötürü benim için 38 km yol yapacak kadar değil. Kalamar ise yağı emmişti, yarısını yemedim. Kimse de niye tabağımda o kalamarları bıraktığımı sormadı. Çünkü eminim ki getirirken yağın çektiğini biliyorlardı, boşver anlamaz yesin dediler. O yüzden Ahtapotçu Mehmet Usta benden sınıfta kaldı. Ahtapot ustası olmadan önce düzgün esnaf olmak benim için daha önemli. Ahtapotu öğrenirsin nasıl olsa.


Bayır köyünün meydanındaki dev çınar. Etrafında -şimdi unuttum- yirmi kere mi ne dönersen dileğin olurmuş.
Bayır'dan Söğüt'e doğru
Bu ağacın yoldan eski olduğu kesin. Biraz ortada kalmamış mı?
Söğüt görününce... Manzara nasıl? O aşağıdaki yoldan kıvrıla kıvrıla indim
Söğüt sahili

Ahtapotçu Mehmet Usta'da ahtapotu beklerken
Görüntü güzel ama yağı çektiği için yarıda bıraktım


Söğüt sahilinde biraz gezindikten, denize ayağımı soktuktan sonra Selimiye’ye doğru yola çıktım. Selimiye de bir sonraki yazıda artık...

Yorumlar

  1. Sürükleyici bir yazı o kadar kaptırıyor ki insan bittiğinde aaaa bu kadarmıymış dedirten cinsten acilen devamını bekliyoruz :)

    YanıtlaSil
  2. Tek başına varolabilmek ... Bundan keyif almak ve bunu aramak .. O kadar önemli ki! Haziran sonunda iki günlüğüne tek başına Ayvalık'a gittim... Insan tek başına olunca tüm duyuları açık oluyor ve etrafını daha iyi hissediyor.. O yüzden iyidir tek olmak, insana iyi gelir! Saygılar:)

    YanıtlaSil
  3. Yorumlara katılmamak elde değil, Selimiye bölümünü şimdiden merakla bekliyorum açıkcası.. Bu arada marka/modeli görülmeyen yeni arabanız test sürüşünden geçti mi? Selamlar, saygılar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet test sürüşünden geçti. Aslında tam teşekküllü bir arazi aracı değil, otomatik 4x4'e geçebilen SUV.

      Sil
  4. serdar bey siz cok km yapiyorsunuz, blog'unuzu takib ediyoruz zevkle - bir onceki araba ile yeni dediginiz bunu nasil?...tsklr..bob

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir önceki Nissan Qashqai/2.0 dizel/150 ps bir araçtı, gayet memnundum. Bu Ford Kuga/1.6 turbo, benzinli/185 ps. Bu araç çok daha konforlu, sürüş rahatlığı ve teknik olarak -özellikle güvenlik ve emniyetli sürüş bakımından- üstünlükleri olan bir araç. Ancak yakıt tüketimi yüksek. Şehir içi 11 lt, şehir dışı 9 lt civarı.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?