Evde kalma günlerinde rakı akşamları

Bugün salgın nedeniyle evde kalmaya başlayalı otuz beşinci günü bitiriyorum. Bu süre içinde bir kaç kere evin bulunduğu blogun etrafında yürüdüm, bir kere Glaros’u kontrol için limana gittim, dört kere de arabayla Turgutreis’e, beş dakika da olsa valideyi sosyal mesafeyi koruyarak, uzaktan görmeye gittim. Eski hayatıma oranlarsak bütün bunları iki günde yapardım. Günlük adım ortalamamı on binin altına düşürmemek için yaptığım yürüyüşleri düşünürsem, şimdi tüm yürüdüklerim yirmi bin olmuşsa yine iyi. Evde kalmaya başladığımız günlerde hava pek iyi değildi, sık sık kuvvetli rüzgarlar, fırtınalar esti. Son bir kaç gündür hava iyi gidiyor, bisiklet bana bakıyor ben ona. Bari yıkayıp, temizleyeyim dedim. Belki önümüzdeki günlerde -yine evin etrafında bile olsa- haftada bir, on beş dakikalığına kullanabilirim.

Bu blogu takip edenler çok gezdiğimi biliyor. Eski hayatımız devam etseydi şu Mart ve Nisan ayları içinde en az bir kere Fethiye’ye, bir kere Datça’ya, belki bir kere Söğüt’e giderdim. Glaros’un bakımını yaptırmış olurduk ve herhalde içinde bulunduğumuz bu hafta sonu Gökova seyirlerine çıkmaya başlardık. Belki bu akşam Çökertme’de Orhan Restoran’daydık kim bilir?








Değişen koşullar hepimizin hayatını da değiştirdi. Bunu filozofça cümleler kurup çok önemli şeyler söylüyormuş gibi konuşan, yazanlar beni güldürüyor. Değişim başladı, artık yaptıklarımızı yapamayacağız, yeni düzen geldi, sevdiklerimize sıkı sıkı sarılalım lafları... E zaten bunu yaşıyoruz, senin o büyük cümlelerine ihtiyacımız yok ki. Canlı yayınlarda bunları tartışanlar falan... Biliyoruz işte çünkü yaşıyoruz. Ha bir de “olumlayalım” tayfası var. Geçenlerde saat bilmem kaçta sosyal medya kanalları sayesinde mumlar yakıldı, anda kalındı, meditasyon yapıldı, dünya şifalandı. Akşamları camide dua okunması ve bu gibi aktiviteler inananlara iyi geliyorsa mesele yok. Ama o akşam yapılan şifalanma seanslarından sonra, her akşam okunan dualardan sonra dünyada vaka sayısı azalmıyor, kayıplar artmaya devam ediyor. Bu iş bilimin işi.










Dedim ya herkes kendi hayatında olanı biteni yaşayarak görüyor işte. Büyük lafları bir yana koyarak ben konuyu rakıya getirmek istiyorum.

Rakıyı sevdiğim belli. Yirmili yaşlarımdan beri rakı içiyorum. Otuzlu yaşlarımda rakı adabını öğretecek çok insan tanıma şansım oldu. Başta babam olmak üzere büyüklerim arasında yol yordam bilenler vardı, bu durum bana da yol gösterdi. Kırklı yaşlarımdan sonra da rakıyı içme şeklim uzun rakı sofraları şekline döndü. Önceki yaşlarımda cepteki para ile orantılı olarak bazen leblebi, bazen bir iki küçük mezeyle idare ederdim. Para kazanmaya başlayınca ortam ve usul de değişti.

Kırk yaşıma girdiğim sene ilk kez arkadaşım olan bir hekime gidip kan tahlili yaptırmıştım. Kırk bin bakımı diyordum. Ohhoo, neler neler çıkmadı ki. Kolestrol, trigliserit, tansiyon ve diğerleri. O zaman beslenme biçimimi kökten değiştirmeye başladım. Ocakbaşında içilen kebaplı rakılar bitti. O yıllarda bekardım, Rumelihisarı’nda kocaman terası olan bir evim vardı, bir olimpiyat meşalesi bir de benim o evdeki mangalım sönmezdi. Gelen, giden arkadaşlarla o terasta mangal başında geceler geceleri kovaladı. Bunlar da bana metabolik sendrom olarak döndü. Tabii süreç, öncesinde –yani otuzlu yaşlarda- neredeyse her akşam içilen rakılarla başlamıştı zaten. Uzatmayayım, kırklı yaşlarım gıda rejimimi değiştirmekle geçti. Değiştirmek bir günde olmuyor tabii. Ama o sürenin sonunda düzelme olmasına rağmen hala istenen kan değerlerime ulaşamamıştım. Tabii sadece beslenme biçimini değiştirmek yetmiyor, hareketsizlik, stres, büyük şehir hayatının getirdiği sorunlar eklenince öyle kolay değil. Sonra önce yazlar için Yalıkavak’ta bir ev kiraladım. Derken tamamen Bodrum’a göçtüm. Üç yıl sonra İstanbul’daki ofisimi kapatıp burada küçük bir ofis açtım. İşlerimi küçülttüm, mesleğimin farklı bir iş türüne geçtim. Derken geldik altmış bir yaşıma. Ama buraya gelince beslenmem tamamen değişti, buranın sebzeleri, otları hayatıma girdi. Deniz ürünleri ve ağırlıklı olarak balık, beslenmemde çok öne çıktı. Kırmızı et çok çok azaldı. Her şeyin mümkün olabildiğinde en tazesine ulaşmam çok daha kolay oldu. Pazara gitmek en sevdiğim aktivitelerden biri oldu. Elbette hareket imkanım arttı, hava engel çıkarmadıkça yürümeye, bisiklete binmeye başladım. Yazın dört-beş ay sabahları yüzmeler falan derken bunların hepsi İstanbul’daki hayatıma göre ruhsal ve bedensel olarak iyi geldi. Son üç yıldır tekne de hayatıma girince denizin de olumlu katkısı oldu.










Bu yıla girince hem kilo vermek, hem bedenimi dinlendirmek için rakı akşamlarını azaltmaya karar verdim. Ocak ayında İstanbul ve İzmir seyahatlerim vardı, Şubat ayında da her yıl olduğu gibi bahar açan bademlerin peşinden Datça’ya gidecektik. Dedim ki Datça dönüşü sıkı bir rejime gireyim. Dediğimi yaptım ve on sekiz gün ara verdim. Sonra benim iki sıkı arkadaşım Ahmet ve Parakalo ile İstanbul’a FB maçına gidip, dönüşte İzmir’de mola verme programı gelip çatınca rejime üç gün ara verdim. Dönünce haftada iki akşam ile devam ederim dedim, öyle de yaptım. Hatta hafta sonu Glaros ile bir geceliğine alargada kalmalı seyir yaptık o akşam bile su içtim. Derken bizim Gülören ve Aykut’un mekanı Keçi’ye gittiğimiz akşam pandemi meselesi patladı, evde kalın dendi, işin ciddiyeti iyice belli oldu. O akşamın ertesi günü Bodrum’da bütün mekanlar kapandı ve hepimiz evlerde kalmaya başladık.





Şimdi gelelim evde kalınca rakı ile ilişkime. Büyük çoğunluk evde kalmaya başlayınca sıkıldı. Bunu konuştuğum bir çok arkadaşımdan duydum. Kimi rakıyı artırdığını söyledi, kimi her akşam iki kadeh viski içiyorum, üstüne bira yapıyorum dedi, kimi öğlen şarap akşam rakıya dönüyorum dedi. Yani çoğunlukla tüketim artmış. Bende ise tam tersi oldu. Hem rakıyı azaltma dönemime denk gelmesi, hem biraz önce dediğim gibi evden çok dışarıda rakı içmeyi sevmemden olsa gerek tüketimim çok ama çok azaldı. Haftada bir akşam rakı bir akşam da şarap içiyorum. Bir şişe şarabı bölüşüyoruz, yani yarım şişe tüketiyorum. Rakıya gelince, kaç kadeh içeceğimi saymıyorum, canım ne kadar isterse o kadar dolduruyorum. Tahminen 25-30 Cl. oluyordur. Çünkü uzun saatlere yayıyoruz. Yani ayda dört-beş akşam rakı, iki üç de şarap akşamı yapıyoruz.






Son yedi yıldır çetele tutuyorum. Hangi gün nerede rakı içtim diye. Çünkü baktım ki önümde somut olarak skoru görmezsem hep azaltmışım gibi geliyor ama gerçek öyle olmayabiliyor. Malum Bodrum rakıyı sevenler için mükemmel bir yer. Bahane bol. Mekan da bol. Yiyeceğin, balığın, mezenin en iyisi burada. Dedim ki hangi gün nerede içtiğimi yazacağım. Bu kendimi disiplin altına almada yararlı oldu.

Yaza denk gelen bayramlarda mesela Glaros ile Yunan adalarına on günlük seyir yaptığımda üst üste rakı, uzo içilen akşamlar oluyor. Dönünce frene basıyorum çünkü bakıyorum ki skor çok artıyor. Çeteleye bakınca görüyorum ki ortalama olarak yılda 170-180 gün rakı içiyorum. Bazen 160’lara iniyor, bazen 190’a çıkıyor. Ve şunu gördüm ki ben sosyal içici sınıfındayım. Yani akşamcı değilim, her akşam içmiyorum. Yazları çok gelen giden dost oluyor, diyelim arka arkaya beş akşam dışarıda rakı içilmişse sonraki beş gün evde kalıyorum, ayran, soda, su içiyorum. Ve her yıl evde rakı içtiğim akşam sayısı on civarında kalıyor. Benim en büyük keyfim sevdiğim mekanlarda rakı içmek. Yan masalara takılmak, mekan sahibi arkadaşlarımla şakalaşmak, masada bir arada olduklarımla sohbet etmek. Yalnız da gittiğim çok olur. Rakı içmek için illa birisi olması gerekmiyor yani. Eğer canım istiyorsa tek başıma da içebilirim. Ama zaten nereye gitsem, masada yalnız da olsam illa ki iki laf edecek, uzaktan kadeh kaldıracak tanıdıklarım oluyor.

Şimdi bu akşam cumartesi. Rakı akşamım. En büyük zevkim yavaş yavaş meze hazırlamak ya da önceden hazırlananları sofraya dizmek. Bunları giriş olarak bir küçük kadeh uzo eşliğinde yapıyorum. Akşam dinleyeceğimiz Yunanca müzikleri hazırlıyorum veya internetten dinlediğim iyi bir Yunan radyosunu açıyorum. Turpları keserken bir parçasını ağzıma atıp uzodan bir yudum alıyorum. Peynirin üzerine sızma yağı gezdirirken dağ kekiğinden bir tutam serpiyorum. Kırmızı soğanı ve taze sarımsağı doğrayıp bir bağ rokanın üzerine döküp zeytinyağı ve limon ile karıştırıyorum. Bu akşam ısırgan salatası yapacağım mesela. Isırganlar sabahtan temizlendi, ayıklandı. Gülüşan kabaklı bir meze hazırladı öğlen. En son kağıtta levrek yapıp fırına vereceğim. Onun kokusu etrafa yayılırken Yalıkavaklı Neriman ayak altında dolanmaya başlayacak.

Sohbet, müzik derken bir rakı akşamını daha bitireceğiz. Buna da şükür diyeceğiz, hiç olmazsa rakımızı içebiliyoruz. Elbet bu günler geçecek, ne zaman olacağını bilemesek de çok uzak olmayan bir zamanda yine dostlarla rakı masalarında kadeh tokuşturacağız. Yaşadıklarımız iz bırakacak elbette. Dilerim ki ağzımızın tadını bozmadan, ağzımızda paslı bir tat bırakmadan geçip gider.

Bodrum’da Gemibaşı’na, Hüseyin’e, Evren’e, Hanende Mey’e, Parakalo Osman’a, Mahmut Kaptan’a, Tuna’ya, Berk Balık’a, Hüseyin’e, Keçi’ye Gülören’e, Aykut’a, Zazu’ya Memo’ya, Ahmet’e.

İstanbul’da Marina Balıkçısı’na, Hakan’a, Asmalı Cavit’e, Balıkçı Sabahattin’e, Serkan’a, Sertan’a.

Fethiye’de Girida’ya, Taner’e, Yengeç’e, Selo’ya, Datça’da Fevzi’ye, İzmir’de Deniz Restoran’a, Urla’da Yengeç’e, Foça’da Fokai’ye ve nice dost mekana özlemle selamlar...

Bodrum Belediyesi’nin hafta sonlarında, sokağa çıkma yasağı günlerinde hoparlörden yayınladığı Zeki Müren’in söylediği gibi; Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak.

Ağzınızın tadı bozulmasın.

Bodrum’dan sağlığınıza.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?