2. BÖLÜM: DIRSEKBÜKÜ-BOZUKKALE-EKINCIK

Dirsekbükü’nden ayrılıp iskele tarafa dümen kırınca, ilk kez çıkacağım sulara geldik demiştim. Seyrin bundan sonrası bana daha fazla heyecan ve keyif verdi. Ilk kez göreceğim manzaralar, gireceğim koylar, keşfedeceğimiz restoranlar, yemekler, denizler elbette heyecan veriyor.

Bu yirmi günü geçen yolculuğumuzu planlarken birkaç kitap inceledim, Youtube kanalı izledim, daha önce gidenlerle konuştum. Ya yazılarını okuduğum, incelediğim insanların hayata ve denize bakışları ile aramdaki farklardan olmalı ya da havaların bize iyi davranmasından kaynaklanmış olmalı, hiç de öyle fena, insanı bezdiren denizlerle karşılaşmadık. Evet dönüş rotasında Marmaris Körfezi’nde, Yeşilova Körfezi’nde deniz kaldıran rüzgarlara denk geldik, zorlandık, biraz dayak yedik ama bunlara Gökova’dan alışığız. Her neyse, ileride oralara daha sık gitmeyi istiyorum, o zaman daha iyi öğrenirim. Benimki acemi gözlemi diyelim.


Dirsekbükü-Bozukkale-Ekincik etaplarının rotası

Bozburun ve Söğüt’ü dönüşe bırakmıştık. Dirsekbükü’nden çıkıp Atabol burnunu geçip, Yeşilova Körfezi’ni iskelemizde bırakıp Oğlanboğuldu koyunu da geçip Alaburun’u döndük. Burayı dönünce artık Marmaris Körfezi’ne girmiş olduk. Eğer otopilota alıp, tam pruvanızın dikine, sabit bir şekilde devam ederseniz 42 mil sonra Kurtoğlu Burnu’na gelir, Marmaris Kökfezi’ni bitirmiş, Fethiye Körfezi’ne dönmüş olursunuz. Yani Marmaris Körfezi’nin iki ucu aşağı yukarı aynı enlemde.

Bozukkale'ye giriş
Sevimli, oldukça eski, küçük, İtalyan bandıralı bir motoryat
Ali Baba
Glaros Ali Baba'nın iskelesinde

Sakin havada, motor seyriyle Alaburun’u döndük ve çok merak ettiğim Bozukkale önlerine geldik. Burayı çok dinlemiş, hakkında yazılar okumuş, Google Earth ile defalarca incelemiştim. Yıllar önce bir sonbahar akşamı Söğüt’te Denizkızı’nda çalışanlarla sohbet ederken karşıki tepeleri göstermiş, bu tepelerin arkasında ne var diye sormuştum. İşte o zaman Bozukkale’yi anlatmışlar, kara yolunun olmadığını, çok güzel bir koy olduğunu, bir kalenin varlığından söz etmişlerdi. Aklıma kazınmıştı. Aradan nereden baksak sekiz-on yıl geçti. Bu yaz gitmek kısmet oldu.


Koya girdikten sonra iskelede iki, tam pruvada koyun sonunda da bir restoran ve iskeleleri var. Biz hakkında iyi şeyler duyduğumuz, iskele tarafındaki ilk küçük koydaki Ali Baba’nın iskelesine bağlandık. Manevra yaparken bir deniz kaplumbağası hoşgeldiniz dedi. Bozukkale’deki üç restoranın iskelelerinde tonozlar var, yardımcı oluyorlar. Hiç birinde su ve elektrik yok. Zaten koyda yerleşim yok, yol yok demiştim. Elektrik de yok. Jeneratörle, güneş panelleriyle enerji elde ediyorlar. Su değerli. Ali Baba’nın konumunu, salaşlığını çok sevdik. Bize Yunan adalarında gittiğimiz koylardaki mekanları hatırlattı. Bağlandığımız iskelede Gümbet’ten bir komşumuz da vardı, üç tekneyle geziyorlarmış, bizden önce bağlanmışlar. Biraz sohbet ettikten sonra Glaros’u toparladık ve kendimizi suya attık. Su çok güzel, pırıl pırıl. Seyirde olmadığımız zamanlarda yaptığım gibi, öğlen hafif atıştırdıktan sonra siestamı eda ettim. Siestadan sonra kaleyi görelim diye tırmanmaya başladık. Kale, Ali Baba restoranın arkasındaki tepede. Anladığım kadarıyla kaleyi iyi restore etmişler. Yeri tabii ki mükemmel. Koyun girişindeki, koya ve açık denize hakim tepede bulunuyor. Karşısında Rodos görünüyor. Rodos’tan kalkan ve On İki Adalar’a uğrayıp Samos’a kadar gidip dönen Dodekanisos katamaranları sabah Rodos’tan sonra Bozukkale önlerinden geçerken neredeyse Alaburun’u yalayıp Symi’ye varırlardı. Birkaç kere ben de içindeyken bu duruma şahit olmuş, bu kadar yakından geçmesine şaşırmıştım. İlginçtir, bu sefer hiç katamarana denk gelmedik. Muhtemelen artık bizim kıyılara yakın geçmediklerini sanıyorum çünkü eskiden çok rastlardık. Aramız limoni diye olmalı.




Kaleden manzara nefes kesiciydi. Koya bakmaya doyamadım. Hele bir zeytin ağacı vardı ki, görünce aklıma buralarda binlerce yıldır yaşayan, aynı coğrafyayı paylaştığımız insanlar geldi. Kim bilir kaç kişi o ağaçtan zeytin yedi, kaç kişi o ağacın altında gölgelendi, oradan bizim gibi koyu seyretti. Bunları düşününce bu coğrafyaya bir daha vuruluyorum. Bugün buraları harcıyoruz, yakıyoruz, betona boğuyoruz. Buraları asla hak etmiyoruz. Gücü elinde bulunduran çok ama çok kötü insanlara denk geldik maalesef. Bu gücü onlara veren cehaleti aşamıyoruz, insanın canını en çok bu sıkıyor.


Kaleden koya bakış


Glaros sol başta duruyor
Kim bilir kimler bu ağacın altında oturdu, bu manzaraya baktı

Bir gözlemimi anlatmak istiyorum. Kaleyi gezerken aşağıya büyük, lüks mü lüks kocaman bir motoryat geldi. Ama yeni nesil ütüye benzeyen, köşeli tasarımlardan değil, müthiş estetik, tahminen 60 veya 70’li yılların tasarımı, Galiba Malta bandıralı bir yattı. Yukarıdan kıçtan kara yapışını izledim. Mürettebat jilet gibi giyinmişti. Derken bir bot ile yatın sahipleri karaya çıktı. Bir süre sonra, biz aşağı inerken onlar kaleye çıkıyorlardı. Bir çift, biri kız biri erkek on beş yaş civarı iki çocukları ve bir de yaşlıca adam ile daracık patikamsı yolda karşılaştık. Kenara çekilip tırmanan misafirlerimize yol verdik. Teşekkür ettiler. Üstlerindeki kıyafetleri son derece alışılmış tatil kıyafetleriydi. Hal ve tavırları da mütevazı, etrafa saygılı insanlardı yani. Milyon dolarlık yatlarıyla Akdeniz’i geziyorlar. Bizim Göcek’teki purolu, bu yat benim, bu koya da öyle bir halat atarım ki kimse giremez havalarında etrafa caka satan, saat başı kıyafet değiştiren görgüsüzleri aklıma getirince bu notumu yazayım istedim. Paranın kimde olduğunu anlamıyorsanız görgülü insanlar arasındasınız demektir. 

Sağdaki motoryattan inen mütevazı aileyle karşılaştık


Hava pusluydu, Rodos belli belirsiz görünüyordu


Akşam güneş batarken kaleden aşağı indik ve Ali Baba’daki masamıza oturduk. Öğlen ne balık var diye teftişe gitmiş, lambuka olduğunu öğrenince iki tane ayırtmıştım. Lambuka buralarda çıkan ama sosyetesi bozuk bir balıktır. Nedense itibar görmez, oysa çok lezzetlidir. Tabii ızgarası çok iyi olur, yağlı balıktır. Bir iki meze söyledik rakımızı yudumlamaya başladık. Arada ahtapot ızgara çekti canım. Ukalalık demeyin lütfen, ama Yunan adalarında tadına vardıktan, o pişirme usulünü öğrendikten, öyle ızgara yapılan ahtapotun lezzetine de bayıldıktan sonra bizim tarafta ızgara yemiyorum. Ancak salatasını yiyorum. Dedim burası Rodos’a yakın, mekan da Yunan mekanlarına çok benziyor. Eh Söğüt de şu tepenin arkası madem –orada iyi yapan yerler var- burayı işletenler de Söğütlüymüş. O zaman deneyelim. Burası da bir aile işletmesi, bizimle ilgilenen gence ahtapotu nasıl yapıyorsunuz diye sordum. Öyle bakakaldı. Yani dedim düğmeli mi, nasıl pişiriyorsunuz? Yine tepki yok. Bu sefer bende de tepki kalmadı karşılıklı bakışıyoruz. Normal yapıyoruz dedi. Orada peki deyip vazgeçmeliydim ama ders almadım. Bu kaçıncı oluyor. Söyledik ve tabii kötü, haşlanmaktan yıvış yıvış olmuş bir ahtapot geldi. Ha bir de soya sosu koymalarını hiç anlamıyorum. Nereden çıkıyor bu saçmalık? Pul biber atan da varmış ben şahit olmadım.

Bu İsviçre bandıralı küçük yelkenliden, yaşlıca ve yalnız bir gezgin indi



Yirmi iki günlük seyir boyunca nerede yemek yediysek üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri yedik, içtik ve hep aynı parayı ödedik. Sahillerimizde fiyat fikslenmiş. İki, üç soğuk meze, biri deniz mahsulü iki ara sıcak, son olarak balık ve bir 35’lik rakı iki kişi 600 TL. 


Peki lezzet, hizmet, temizlik nasıl derseniz, mekanlar arasında epey fark var. Yani sadece fiyat fiks, diğer unsurlar değişken. Bu durumda lezzet ve hizmetten memnun kalmadığınız yerlerde kazık yemiş oluyorsunuz. 


Ertesi sabah (8 Eylül Salı) kahvaltımızı yapıp palamarları çözdük, Bozukkale’ye veda ettik. Marmaris Körfezini bir günde geçmeyelim diye karar vermiştik, çünkü geçtikten sonra da ya Göcek’te kalacaktık ya da asıl hedefimiz olan Fethiye’ye devam edecektik ki bu da oldukça uzun bir seyir demekti. Hem de yeni bir yer görelim amacıyla rotayı Ekincik’e kırdık. Marmaris’e doğru tırmanırken bir süre rüzgar aldık ama sonra yine kesti. Ana yelken açık halde, 2.200 devirde motor desteğiyle ortalama 7 mil ile seyrettik. Ekincik’te My Marina ile ilgili çok güzel şeyler okumuştum. Özellikle restoranı için herkes kaliteli ve iyi olduğunda hemfikirdi. Bu yüzden orası rotamızda vardı. Fakat Bozukkale’de karşılaştığımız denizci dostumuz mimar Cüneyt Özdemir, Ekincik’ten geldiğini, restoranın kapalı olduğunu söyledi. Hayaller yıkıldı ama ne yapalım deyip gittik yine de. Madem restoran kapalıydı, o halde Ekincik sahilinde alargada kalmayı planladık. Demiri atarken rüzgar şiddetinii artırmaya başladı. Neyse demiri attık, tuttu. Motoru kapattık ama içim rahat değil, baktım rüzgar hem artıyor hem güneye dirise etti. Güneyden gelen deniz olduğu gibi Ekincik sahilinde. Havanın rengi de biraz tuhaflaştı. Baktım bizden başka alargada kalan yok. Bir balıkçı barınağı var ama orası da hafiften kalabalık ve sesler geliyor. Bu arada barınaktan bir tekne çıktı My Marina’ya doğru gidiyor. Dedim Gülüşan’a demiri toplayalım, içim rahat değil, bir tuhaflık var havada, My Marina’ya gidelim, olduğumuz yerden görünüyor, yer var. Neyse, aradık, görevli buyrun dedi, on dakika sonra My Marina’daydık. Çok güzel bir tesis. Eski bir madeni alıp mükemmel bir restorasyon ile denizci dostu bir mekan yaratmışlar. Zamanında Özal, Can Pulak falan çok gelirmiş. Bu yıl korona her şeyimizi etkiledi, bir çok etkinlik iptal edildi, mekanlar açılmadı. My Marina’ya böyle bir devrede gitmemiz şanssızlığımız diyelim. Ama seneye eğer ortalık düzelirse sırf yemekleri için üşenmeyiz, gideriz.

Bozukkale çıkışı




Bir süre sonra rüzgar kaldı, Marmaris Körfezi böyle sakinledi, sıcak bastırdı


Ekincik'te alargadayken

Yerimize bağlandık. Daha sonra Fethiye ve Göcek’te çok sık karşılaşacağımız Rus ekiplere ile ilk kez burada denk geldik. Bu yaz Ruslar olmasa denizlerimizde yabancı göremeyecektik herhalde. Bu uzun seyrimiz boyunca yabancı bayraklı hepi topu otuz-civarı tekne ya gördük ya görmedik. Ama buna karşılık Rusların kiraladığı belki yüzden fazla yelkenliye denk geldik.

Demirli olduğumuz yerden iskele baş omuzluğumuzda My Marina'yı görüyorduk

My Marina'ya yaklaşırken


Glaros My Marina'da



My Marina gayet huzurlu bir yer. Akşam Glaros’ta yedikten sonra geç olmadan yattık. Gece yarısı direklere vuran halatların sesi ve uğultuya uyandım. Ortalık karışmış, çok kuvvetli bir rüzgar çıkmış. Hani hava kaçak yaptı dediklerinden. İyi ki alargada kalmadık diye düşündüm. Belki demiri toplamamız gerekecek ve kendimize başka bir yer arayacaktık. Bilmediğimiz sularda gece karanlığında çok zorlanacaktık. Bundan sonra da iç sesimi dinlemeyi sürdürmeye karar verdim. 

Denize girilen yer. Denizi de çok güzel.



Güvenlik evraklarımızı istedi
Güneş battıktan sonra yıldızları seyretmeye hazırlanırken...

Bu kuvvetli rüzgar yarım saat kadar sürdükten sonra ortalık yatıştı. Sabah mükemmel bir havaya uyandık. Ekincik koyunun güzelliğini seyredip kahvelerimizi içtikten sonra buradan da ayrılmak üzere yavaş yavaş hazırlığımızı yaptık. Glaros’u neta ettikten sonra bu seyirde varmak istediğimiz en uzak yere, yani Fethiye’ye dümen tuttuk.

Görgüsüzün biri karşımıza geldi ve ışıklarını açtı. Kime ne havası atıyor bilmiyorum ama bu ışıkların çevrede başkaları varken yakılmaması gerek. Aslında bu teknenin kaptanını (nasıl bir kaptansa) marina görevlilerinin uyarması lazımdı ama dedim Serdar boşver şimdi akşam akşam sinirini bozma




My Marina'dan ayrılırken


Devamı bir sonraki yazıda...

Yorumlar

  1. Laptop kullanınca fotoğrafların tadına ne çok varıyor insan. Küçük ekran, hele bizim gibi gözleri yorgun yaşa gelmiş insanlarda baktığınız karenin gerçek hakkını vermiyor. Enfes fotoğraflar (hele zeytin ağacından koya bakış posterlik bir fotoğraf. Teşekkürler. Yazılar ise her zamanki akıcılığı ve keyif vericiliğindeydi zaten. Sağlıkla diyeyim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bodrum'da ne iş yaparım?

Bodrum'da nereye yerleşilir?

Bodrum'a tatil için geliyorsunuz. Peki nereye geliyorsunuz?