Geçen
hafta yazdığım “Şans bunun neresinde” başlıklı yazıya ilginç yorumlar geldi.
Bazıları Twitter’a, bazıları blogdaki yazıya, bazılarıysa mail ile gelen bu
yorumlardan çıkardığım sonuç şu; bu konuya biraz devam etmem iyi olacak (Geçen yazının
sonundaki yorumları okumanızı öneririm).Yani Bodrum’a yerleşmek için yapılan
hazırlıklar ve sonrasında buradaki hayata dair bazı deneyimlerimi paylaşmaktan
söz ediyorum. Sonuçta Bodrum küçük bir yer. Hepi topu yarımadanın tümünde
yerleşik nüfus 130.000 civarı. Yazlıkçılar buna dahil değil. Her neyse, demem şu
ki, burada gittiğim, gezdiğim, yediğim, içtiğim yerler belli. Bunları yazıyorum
zaten. Aynı yerleri kaç defa yazabilirim ki? Geçen hafta “yerleşmek” üzerine
yazınca baktım ki bu konuda daha yazmam gerek. O yüzden zaman zaman bu konun
etrafında dolaşacağım.
Twitter’da
arada sırada mesleki anlamda yaptığım işlerden söz ediyorum. Son dönemde Burası
Bodrum / @serdarbenli hesabımda Bodrum ve genel anlamda hayata bakışımı
paylaşırken SB Tasarım Ofisi / @SbOfisi diye bir hesap açtım ve orada da sadece
mesleki anlamda ürettiğim işleri paylaşıyorum.
|
Bodrumlu hayatımı ve genel olarak hayata bakışımı en iyi bu kare anlatıyor |
Şöyle
bir algı olduğunu fark ettim; Ben burada bir miras yedi gibi yaşıyor, sadece
yiyip, içip, geziyorum. Bu algının gerçek olmasını çok isterdim. Gerçekten bir
miras kalmış olmasını çok ama çok isterdim fakat malesef böyle bir durum yok.
Blogda ve Twitter’de iş paylaşmıyor olmam, benim burada iş yapmadığım algısını
yaratmış olmalı ki arada iş için İstanbul’a gitmem, bunları paylaşmam yeterli
olmamış anlaşılan. Beni bilen biliyor da işin Bodrum’da iş yapmak kısmını biraz
açayım ki yararı olsun.
Biraz
geriden alayım. Bir gün Bodrum’da yaşama fikri daha üniversitede beynimin
kıvrımlarına girdiğini daha önce de yazmıştım, tekrarlamış olayım. Ama o
zamanın koşulları mesleğimi buradan yapmaya olanak vermiyordu. Hal böyle olunca
ben de işim, mesleğim gereği doğup büyüdüğüm İstanbul’da yaşamayı sürdürdüm.
Hayatımı orada şekillendirdim. İşimi de orada kurdum. Şu iş kurma konusunu
biraz açayım, çünkü okuldan mezun olur olmaz –babam çok zenginmiş de bana iş
kurmuş- gibi bir algıya yol açmayayım. Mezun olmamla beraber beş yıl iki ayrı
ajansta çalıştım. Sonra askere gittim ve döndüğümde bir arkadaşımla beraber,
onun tanıdığı birinin Beyoğlu Hasnun Galip Sokak’ta bulunan ve kullanmadığı iki
han odasına yerleşip ilk şirketimizi kurduk. Neye güvendik? Kendimize. Ne
çevremiz vardı ne bize iş verecek biri. Yavaş yavaş ben biraz isim yapmaya
başlamıştım, ortağım Ali benden de deneyimliydi, böylece başladık. Daha sonra
aramıza katılan yeni ortaklar oldu, işi büyüttük, Nişantaşı’na geçtik. Derken
ofis iki kata, sonra üç kata yayıldı. Ama ben yaptığım işten –yani sözüm ona
reklamcılık yapıyorduk- memnun değildim ve hayatımı tasarım ile kazanmayı
seçtim ayrıldım. Bakın burada bir seçim var. Orada kalsaydım belki daha
büyüyecektik, belki şirketi bir yabancıya satacaktık filan. Yeni şirketimde de
dört ortaktık, zamanla ikiye indik. Bu şirket de beş altı yıl sürdü ama bu
sefer de ortağımın matbaa sahibi olması nedeniyle matbaanın tasarım atölyesi
gibi algılanmaya başlayınca ve yapmak istemediğim tarz işleri yapmak zorunda
olduğumu görünce, üstelik hep acil, hep yetişecek işlerle karşı karşıya
kalmaktan sürekli gergin olduğumu fark edince dedim ki ben gidiyorum. Artık
kimseyle ortaklık yapmayacağım, sadece istediğim işi yapacağım. Ve 1998 yılında
halen devam eden bu şirketimi kurdum. Kurarken sadece bir müşterim vardı. Ve sadece
grafik tasarımın “Kurum Kimliği” konusunda üreteceğim kararını aldım. Bakın bu
da çok önemli bir seçimdi ilerisi için. Çünkü Türkiye’de o zaman o işi hakkıyla
yapan bir kişi vardı sadece. O konuya yoğunlaştım ve halen burada da sadece o
işi yapıyorum. Yani broşür, katalog gibi belli bir tarihe yetişecek, yorucu,
ofiste elemanlar ve prodüksiyon gerektiren işlerden kaçındım. Ama ilk yıllarda bu
tür işleri yaptım. Ta ki Bodrum’a yerleşme fikri beynimin içinde bulunduğu
kıvrımlardan gün yüzüne çıkana kadar. 2000 yılında bu fikir iyice kafama
yerleşti. O yıldan sonra sadece kurum kimliği üzerine yoğunlaşıp diğer tarz
işleri almamaya başladım. Bu sayede şirketi büyütmeye gerek kalmadı, yüküm
azaldı, bir gün Bodrum’a gidebilirsem uzaktan idare edebileceğim az sayıda iş
ve ilişkide olacağım az sayıda çalışan olsun istedim. Bu da bir seçimdi.
|
İstanbul'daki son ofisim |
Sonra
daha önce de yazdığım gibi 2009 yılının Nisan ayında Bodrum’a yerleştim. İlk
zamanlar İstanbul’daki ofisimi kapatmadım. Üç yıl İstanbul ofisim açıktı ve ben
Bodrum’da home-office düzeninde çalıştım. Her ay en az bir kere İstanbul’a
gidiyordum. Uzaktan çalışmayı sürdürebilirdim ama bazı pürüzleri ve problemleri
çözmek için daha sık İstanbul’a gitmem gerekiyordu ve ben bunu istemedim.
Sürekli iş yaptığım veya danışmanlıklarını yaptığım kurumlarla konuşup,
İstanbul ofisini kapatıp Bodrum’a taşısam sizin için sorun olur mu dedim. Bana
hepsi hayır, olmaz, taşıyabilirsin, biz senin nereden iş yaptığının farkında değiliz
ki dediler. Cep telefonu, mail gibi unsurların hayatımıza girmesiyle ofisin
nerede olduğunun hiç önemi kalmadı. İşleri zamanında yetiştirebiliyor musunuz?
Bu önemli. İster Beyoğlu’nda bir ofiste, ister Maslak’ta bir plazada, ister
Bodrum’da deniz kıyısında bir masada yapın. Sonuç önemli. Tabii bu her iş kolu
için geçerli değil, bunu geçen yazıda konuşmuştuk.
Böylece
2012 yılının Şubat ayında İstanbul ofisimdeki eşyaları kamyona koydurdum
Bodrum’da karşıladım. O günden beri de ofisim Bodrum’da, buradan çalışıyorum.
|
Bodrum'daki ofis yapılırken |
|
İstanbul ofisimi kapatıp eşyaları Bodrum'a getirdiğimde |
|
Bir şubat günü, Bodrum'daki ofise yerleşirken, İstanbul'da belki de kar, belki yağmur yağarken... |
Peki
hep geziyormuş, hiç çalışmıyormuş algısı nasıl oluşuyor? Tamam bunun en önemli
nedeni iş hayatımı yazmıyor olmam. Ama öte yandan burada “iş”, İstanbul’daki
gibi hayatımın odağında değil. Bunu biraz açayım.
İş
için yaşayanlardan değilim. Olsam zaten Bodrum’da ne işim olurdu değil mi? Bu
birincisi. İkincisi Bodrum’da yaşamanın nimetlerinden faydalanmam. Şimdi
İstanbul’da yaşayan biri, ortalama olarak ev-iş-ev arasındaki trafikte en azından
birbuçuk saat geçiriyor. Bu şanslı bir İstanbullu tabii. Günde üçbuçuk, dört saatini
yolda geçirenleri de biliyorum. Benim ise evim ile ofisimin arası arabayla 10
dakika, bisikletle 18 dakika sürüyor. Yazın sabah mesaime başlamadan denize
giriyorum ya. İşte o sürede İstanbul’da insanlar trafikte oluyor. Yani iş
saatimden kaytarmıyorum. Akşam da erken çıkıyorum çünkü gecelere kadar kalmamı
gerektirecek iş almıyorum. Durmayı biliyorum. Çok iş alarak, daha çok çalışarak
daha çok kazanabilirim belki ama o zaman Bodrum’un tadını çıkaramam. Amaç
düzgün iş yapmak, düzgün kurumlarla çalışmak ve burayı yaşamak için kendine
zaman ayırabilmek. Mesele sadece para değil. Eğer hayata o gözlükle
bakıyorsanız bu yazdıklarım size pek bir şey fade etmeyecek. Kendim için hedeflediğim
bir hayat normu var, onu sağlamaya ve sürdürmeye çalışıyorum. Altına inmemek
için çalışıyorum, üstüne çıkmak için değil. Onu tutturmak benim için ideal
olan.
|
Ofise bisikletle gidebilmek müthiş bir nimet |
|
Bu fotoğrafı paylaştığımda "Yine iş saatinde geziniyor" diye düşünenler oluyordur. Oysa ofise gidiyorum |
|
Kışın çalışırken kafamı kaldırdığımda İstiklal Caddesini değil de bu manzarayı görebilmek için epey uğraş verdim |
|
Yazın ofise gitmeden önce denize girdiğim saatler, İstanbul'da çalışanların yolda kaybettiği saatler aslında... |
|
Kışın eve dönerken... |
|
Ofisin sahili |
|
Bu kareyi yine bir kış günü çektim. Ofise giderken bisikleti kenara koyup, bir süre sessizlikte iyot solumuştum |
Bir
diğer önemli konu iş yaptığım süre içinde huzurlu çalışmak. Başladıktan sonra
bıraktığım –üstelik iyi bütçeli- projeler az değil. Çünkü kafaca uyum
sağlayamadığım kurumlarla iyi iş çıkarmam da, zevkle çalışmam da mümkün
olmuyor. O zaman bırakıyorum.
Burada
ben ve bir asistanım var. Yani iki kişiyiz. İki proje için buraya gelip, buraya
vurulup kalan, İstanbul’da yıllarca beraber çalıştığım bir arkadaşım da var.
Bazı projelerde onu da ekibe katıyoruz. Ama bu kadarız. Aynı anda yıllarca iş
yaptığım kurumların işleri çakışır da yetiştirme sorunum olursa o zaman başka
birini daha proje bazında ekibe katarım. Cumartesi-pazar çalışıp yetiştirmeye
çabalamaktan değil, kadroyu o süre içinde genişletmekten söz ediyorum. Buradaki
hayat tarzımdan ödün vermektense o süre içinde maliyeti üstlenmeyi tercih
ediyorum. İşte bu da bir seçim.
|
Bodrum'daki ofisten |
|
Çalışırken Kos ile göz gözeyiz |
Konu
uzun ama sanırım fikrimi anlatacak kadar aktarabildim. Geçen yazıda sözünü
ettiğim “seçimlerimiz” konusunun bir başka ayağı da, şimdi anlattığım iş
hayatındaki seçimlerimiz. Hiç bir şey sadece şansla olmuyor demek istiyorum.
Başarı varsa şans var, yoksa şans yok diye işin içinden sıyrılmak kolaycı bakış
açısı. Ve tabii başarısızlığa kılıf bulma güdüsünün sonucu. Bazı istisnalar da
vardır mutlaka. Elinde olmayan nedenlerle, aile veya çevre koşulları yüzünden
şanssız giden hayatlar da var. Onları ayrı tutuyorum. Geçen yazıda aileden
büyük miras veya holding kalan kişileri ayrı tuttuğum gibi.
|
Bodrum'a yerleştikten sonraki üç yıl evden çalıştım, ofis İstanbuldaydı |
|
Yazın sabah çayını sahilde içtiğim anlar... |
|
Arada sırada yine toplantılar için İstanbul'a gidiyorum |
|
Fotoğrafta çizgili gömlek varsa o kare İstanbul'da çekilmiş demektir |
|
Ve tabii iş seyahatlerinin en iyi bölümü, Bodrum'a indiğim an |
İş
hayatında büyümek nasıl bir karar ve seçimse, büyümemek de öyle bir karar ve
seçim. Nasıl işini büyütüp, bir palazada yüzlerce elemanlı şirket haline
getirmek kişinin hayali olabiliyorsa, sakin bir hayata geçip işini küçük küçük
ama iyi yapmak da bir hayal. Ben ikincilerdenim. Hayalimin peşinden gidip, o
hayali gerçekleştirebilmek için bazı kararlar aldım, uyguladım. Tabii ki şans
da yardım etmiş olmalı. Şans dediğim de, açmak istediğim kapıları açmaya
çabalarken arkasında iskemle olmaması, yani doğru kapıya gitmem.
Bodrum’da
hayat konusuna devam ederiz... Sağlıklı, huzurlu, başarılı, mutlu günler
bizimle olsun.
Ders nitelikli yazı olmuş, bu vesileyle bayramınızı kutlarım..
YanıtlaSilBen de kutlarım. İyi bayramlar.
Silherkes seçtiğini yaşar diye bir söz vardır ve ne kadar doğrudur:) Bir gün bile pişmanlık duymadım buraya geldiğim için, üstelik her türlü zorluğu yaşadığım halde, seçtim çünkü:)
YanıtlaSilMerhabalar ismim ilker sarisozen.hemen hemen tum yazilaeimizi okudum.yazilariniz bende mahkumiyetinin son gununu hayal eden bir mahkumun o gunu beklerken ki heyacanini yasatiyor.Elleeinize saglik.lutfen yazilara sevam.iyi gunler dikerim
YanıtlaSilMerhaba çoktandır blogunuzu takip ediyorum. Bu tür yazılarınızı gerçekten çok aydınlatıcı, yol gösterici, öğretici buluyorum. Deneyiminizi paylaştığınız için binlerce teşekkür.
YanıtlaSilBir seneden fazla oldu sizin blogu takip edeli. Ben de bu sonbahar Güney'e yerleşecektim sizin yazılarınızın ve başka bloggerların yazdıklarının ışığında. Sonra vazgeçtim. Henüz hazır değilmişim onu anladım. Fakat ne olursa olsun bu tür yerleşme ile ilgili yazılarınız daha sağlıklı karar vermemi sağladı.